İnsan dünyaya bir başına gelir ve
yine aynı şekilde bir başına gerisin geriye gider, kökten gerçekliği içerisinde
insanlar arasında yalnızdır. Ancak diğer insanlara “maruz” kaldıkça evrimleşip,
dillenmeleri çokça mümkündür. Buradaki tek etken ise “maruz kalmaktır.”
Şöyle bir geriye doğru yol
aldığımız zaman daha çiftçiler peyda olmamış toprak sahiplenilmemiş ve mülk
haline gelmediği göçebe diye tabir edilen gezici halkların yani ilk insan zamanlarına
indiğimiz vakit dilin önemini de kalmadığını gözlemlemekteyiz. İnsan diğer
canlılar arasında en tembel varlık olduğunu her birimiz bilmekteyiz. Tek bir
amaçları vardır o da avlanmak, barınmak ve hayatta kalmak. Bu tür yaşantıya
toplum gerekmez. Çünkü korunacak ne bir mülk ne de herhangi bir araç gereç için
ihtiyaç var.
Buradan çıkaracağımız ise demek
ki toplum olunabilmek için gereksinim ve ihtiyaçların olması gerekiyor. İnsan
başka bir insana gereksinim ve ihtiyaç duymadan asla toplum oluşmaz,
oluşturulamaz. Buraya kadar bu şekilde ilerlediğimize göre şunu çok rahat bir
biçimde dile getirebiliriz. İlk toplumlar ya da daha kaba tabiriyle ilk
topluluklar oluşmaya başladığında ya da oluştuğunda bir dil vardı. Dilin
toplumlardan daha eski olduğunu buradan çıkarabiliriz. Çünkü fikir ya da
düşünce hâsıl olmadan ihtiyaçlar kendini belli etmez. Bir düşünce ya da fikir
var ise bununda dillenmesi, dilden dile aktarılması gerekmektedir. O vakit dil
vahşi yaşamdan sonra yerleşik hayata ise geçmeden önceki dönemde var oluşmuştur
dememiz pek mümkündür.
Vahşi yaşamda insan yukarıda
belirtiğimiz gibi gereksinim olarak minimize edilmiştir. İhtiyaçları çok ama
çok azdır. Birde dış etkende kesinlikle insana maruz kalmamaktadır. Düşüncenin
de bu denli gelişmediğini var sayarsak dil olarak sadece duygulanımlarını
kullanabilir. Ben buna hayvanca sesler demek istiyorum. Yani ilk insan
seslerini günümüzdeki hayvan seslerine benzetmek en doğru karardır diye
düşünüyorum. Korktuğundan bağırmak, sevindiğinde manasız sesler çıkarmak ve
seviştiğinde inlemek gibi… Bu sesler bilinçsizce güdüseldir, içten gelmektedir.
“Cennetsi dünyanın yumuşacık ufkunda bir tehlike belirmekte: öteki
insan.” (Alıntı İnsan ve ''Herkes'' kitabı José Ortega y Gasset)
Buraya kadar halen bir dilin
olmasının gereğini görmüyorum. Ancak artan nüfus bu dağınık aileleri karşı
karşıya getirdiğinde bir dilin ortaya çıkması gerekmektedir. Çünkü artık insan
tanımadığı, bilmediği yabancı bir insana maruz kalmaktadır. Üst alıntıda
gördüğümüz gibi öteki insanı tehlike olarak niteleyen bir filozof; karşılaşan
bu iki vahşiyi de düşünmeye sevk eder. Ya üstün olup birbirlerini alt edecekler
ya da beraber yaşamanın bir formülü geliştirip ona göre hayatlarını devam
ettirecekler. İlk seçeneğin sonu asla gelmeyecektir. Çünkü artık nüfus
artmıştır ve bugün avcı olan yarın avda olabilir. Ortak bir şey geliştirmeleri
gerekmektedir ve bu bir “dil” neden olmasın.
Vahşi insanın kullandığı jest ve
mimikler iki karşı vahşi insanı anlaşmaya vardıramaz. Buradan sonra artık onlar
birer ayrı insan değiller ve kabile oluşturmuşlardır. Yani toplumun oluşmasına
zemin hazırlamışlardır. Artık kullandıkları sesler fikirlerini anlatmaya
yetmiyordur, geliştirmelilerdir. Bu temel ihtiyaç sesleri artık çeşitlenmiş ve
ihtiyaçları karşılamaya yönelik sürekli gelişmiştir, halende gelişmeye devam
etmektedir. Buradan sonra Platon’un toplum ideasına doğru yol alır. Artık insan
kendisine yetmiyordur. Diğer işlerini görecek demirciler, çiftçiler, mimarlar
ve en önemlisi korunmak için askerler gerekmektedir.
Bu karşı tez dışında söylemem
gereken başka bir inancım daha vardır. Dünya üzerine bırakılan ilk topluluğun
bir takım yetilere sahip olduğunu düşünmekteyim. Bunun ise en başında bir dilin
olduğu inancını hissediyorum. Yani yaratılıştan sonra insanlar dünyada serbest
bırakılmadan önce peygamberlere gerekli bilgiler yüklenmiş şekilde dünya
üzerine dağıldılar.
“Bir ulus okudukça ve kendini eğittikçe lehçeler silinir ve sonunda
yalnızca az okuyan ve hiç yazmayan halkta jargon biçiminde kalır.” (Alıntı)
Kitabım Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları’ndan, çevirisi gayet yerinde ve anlaşılmayacak hiçbir yeri yoktur.
İçeriğinde 11 sayfa çevirmen önsüzü ve 20 bölümden oluşan Sayın Rousseau’nun
denemesi yer almaktadır. Kitabında sesler ve jestlerden başlayıp, dillerin
kökenine, melodi ve müzik ile dillerin ilişkisine, kuzey ve güney dilleri olmak
üzere hepsinin köküne inip doğrularını biz okurlara sunmuştur.
Sözün özü; benim için okuması
keyifli ve önem arz eden bir kitap oldu. Bu sebeple hem okunulası ve hem de
tavsiye edilesidir demek istiyorum. Sizlerin de dillerin kökeni hakkında kafanıza
takılan ve ya düşünce kritiği yapmak istediğiniz bir ortam hâsıl olursa
kesinlikle faydalanılması gereken bir eser olduğunu bilmenizi isterim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder