Bu hikâye suya yazılmıştır. Kuytu
bir köşede nemden ve dahası it bağlasan durmaz denilen bir yerde dökülmüştür
cümleler çatlayan dudaklardan. Takvimler Mart ayını gösterirken; kapı
aralığından gazete parçasına sarılı öğün yemeğini uzattılar. Göz ucuyla baktı
bırakılan gazeteye; karanlık, isli odaya vuran güneş ışıklarının tozları havada
görünür kıldığı zaman diliminde; 8 Mart Dünya Kadınlar Gününüz Kutlu Olsun
yazıyordu. Birden irkildi, kadın olduğu aklına geldi. “Evet, evet!” dedi, “ben
bir kadındım peki ama insan mıydım?”
İnsan olmasına insandı ama insan
olmak kişinin elinde olan bir meziyet değildi. Hüviyet denilen şey peyda
olmadan kadının kimliği falanın karısı, filanın kızından öteye gidemeyecek
kadar kötüydü. Birey olarak asla tek değildi. Her zaman başka bireylerin bir
ardılı olarak anılmak ise “kadını” birey olmaktan uzaklaştırıp; korunması,
kollanması gereken ve “namus” denilen sadece kadını bağlayan bir cehaletin
kurbanı yapıyordu.
Sahneye adımını attı, kafasını
kaldırmadan sahne ortasında bulunan işarete yöneldi, her adımda yüzü daha da
kızardı. Böyle bir görevi kendisi istemişti, ancak şimdi kalabalığın önünde
içindeki korku daha da içini sardı, elindeki kâğıdı göğüs hizasına çekti ve
okuması olmadığı halde ezberletilen cümleleri söylemeye başladı. “8 Mart Dünya
Kadınlar Günü,” dediğinde ensesinde büyük dedesinin tokadını hissetti. Protokol
ve diğer herkes ayaklandı, sahneye doğru bir koşuşturma başladı. Anca büyük
dedeye karşı gelebilecek kimse orada bulunmuyordu. Paranın, malın ve servetin
gücü; kızı dedenin ellerinden almaya yetmiyor, herkes başını eğiyor, ancak
yapma etme çocuktur demekle yetiniyordu. İyice hırsını alan büyük dede “sen
bizi katil mi edeceksin, milletin önüne çıkıp milleti eğlendirmekte nedir?
Doğru eve git, seninle daha görülecek bir dünya hesabımız var,” diyerek yanında
bulunan tarım mühendisiyle sahibi olduğu tarlalara gitmek için okul bahçesinden
çıktılar.
Büyük dede alınan mahsulden
hiçbir zaman memnun kalmadı, her yıl ekinlerde ciddi oranda bir azalma, bir
kayıp görüyor ve bunu da tarlasında çalışanlara bağlıyordu. Şehirden tarım
mühendisi getirip toprağın kalitesini, gübrelemeyi ve tohumların yeterliliğini
öğrenmekten başka çaresi kalmamıştı. Tarlaya indiklerinde toprağın çok yerinde
olduğunu, ne ekersen çok rahat bir şekilde biçileceğini söyleyen mühendisi
izliyor, yanında bulunanlara ise mühendisin dediklerini unutmamasını
tembihliyordu. Mühendis ise ekim zamanlarını iyice bilmelerini istiyordu. Bu
sene geç ekim yapılmış ocak ayında yapılan ekim; tohumlarda yitimlere yol açar
ve zamanından sonra filizlenme olduğu için ise buğdayın kalitesi düşürür; hasat
zamanının da geç olmasından dolayı böceklenme olabileceğini söyleyip, tarım
ilacıyla desteklenmesini bildirdi. Bir sonraki ekimin ise bu bölgede Kasım –
Aralık aylarında yapılması gerektiğini büyük dedeye izah etti. 1 haftaya kadar
ise bir tarım ilacı hazırlayıp getireceğini ve bu getirdiği ilacın 1 ton suya
katılıp Nisan ayında tarlaya püskürtülmesini istedi. Büyük dede mühendisin
elini sıkıp yolcu ettiğinde, arkasında duran üç kişiden biri olan Müslüm’e
seslendi, “akşam babanlara söyle gelip kızı istesinler,” cümleyi duyunca
Müslüm’ün içi titredi. Anasını iki sene evvel toprağa vermiş, babasının bitmek
tükenmek bilmeyen hırsıyla tek başına uğraşmak zorunda kalmıştı. Babası ise
büyük dede ile akraba olmayı çoktan kafasına koymuştu. “Beyim,” dedi, “kız daha
on üç yaşında, babam ise kırk altı, uygun olur mu?” diye ağzının içinde
gevelerken, büyük dede elini kaldırdı ve Müslüm susmak zorunda kaldı.
Kız, yediği dayaktan dolayı yüzü
gözü yara bere içerisinde eve vardı. Görenler ne olduğunu sordularsa da hiçbir
şey demeden kendini evin içerisine atıp, çocukluğundan beri saklandığı, o
zamanlar depo olan kuytu yere sığındı. İçi içine sığmaz gözündeki yaşları
dindiremeden, içten gelen hıçkırıklarla başına gelen hadiseye üzülüyordu.
Kendinden bir yaş küçük olan er kardeşine yapılanlar asla kendisine
yapılmamıştı. Yeni kıyafetler, yeni oyuncaklar ve hatta eğitimi için paralı
yatılı okullara dahi verilmişti. İsimleri bile o kadar aynıyken, “Can” diye
seslendiği kardeşine kıyamazken, sonuna eklenen iki harf nasılda etkiliyordu
yaşamlarını. Hele ki akşamın olmasını ve büyük dedeyle yeniden karşılaşmayı hiç
istemiyordu. Korku ancak korktuğunla yüzleştiğinde sonu gelen bir güdüydü. Ne
kadar kaçarsan kaç asla peşinizi bırakmaz, her an yakana yapışırdı. Normalde
ilerlemeyen saatler bu gibi zamanlarda nasılda su gibi akıp gidiyordu.
Yapılacak en iyi şey biran önce karşılaşmak ve sonucunu yaşamaktı, yaşadı da…
Akşam büyük dede eve geldiğinde
daha üzerini çıkarmadan kızı karşısına aldı. Tek bir kelime dahi etmeden tir
tir titreyen kıza önce çıplak elleriyle tokatlar savurdu, hırsını alamadığında
ise belindeki İstanbul’dan hediye gelen kemere uzandı eli… Kız ise sessiz
çığlıklarını havaya saldıkça, ip ince akan gözyaşlarını iyice bıraktı
yanaklarına, savrulan kemerin iç yakan keskin sesi kulakları gıdıklasa da hınç
ile değiyordu kızın bedenine, her vuruşta bedeni sarsılan kızın çığlıklarını
duyamayan büyük dede ağzında salyalar fışkırtarak durmadan vuruyor,
içerisindeki zehri dışarı salmak istiyordu. Kemer darbeleri dahi teskin
etmemişti büyük dedeyi, yerde topak olan kızın önce sırtına tekmeler savurdu.
Sırtına aldığı darbelerden dolayı topak olan bedeni açıldı, açılan bedeni gören
büyük dede ise kızın karnını tekmelemeye başladı. Bilmem kaçıncı tekmede kızın
karnına inince kızın acı çığlıyla sarsıldı ev ve çığlık ile baygınlığını gören
büyük dedenin hırsı sönmeye başladı.
Kızın ablasını çağırdı, alıp
odadan çıkarmasını istedi. Ondan iki yaş büyük olan ablası ise kızı alıp başka
odaya götürdü. Her tarafı gözyaşıyla ıslanan, gözyaşının kanla temasıyla yüzde
açılan kanallara baktı. Su ile bez alıp bayılan kardeşinin yüzünü gözünü temizlemeye
başladı. Elbisesini yavaşça üzerinden çıkardı, güzelliğine her zaman kin ile
hayran olan ablası içten bir kıskançlıkla morluklarını tespit edip, elindeki
kremi sürüyordu. Etekliğini açtığında kanamasını olduğunu gördü, paramparça
olan et parçaları sanki rahiminden dışarı sarkıyordu. Hemen pamuklarla baskı
uygulayıp, bezle sardı. Büyük dedesine ise bir şeyi olmadığını ancak adet
kanamasının başladığını söyledi. Kendisini isteyen adamdan kaçmak için bu
yalanın çok yerinde olduğunu sezen abla, ağız içerisinde “artık evlenebilir,”
diye sessizce büyük dedeye duyurdu. Bilinir ki “bir kadının en büyük düşmanı
yine başka bir kadındır.” Önemsiz olan tarafı ise değersiz bir insanın
doğurganlığını yani rahmini kaybettiği bir gün olduğuydu.
İki hafta ağrılar içerisinde
yatan kız bir türlü kendisine gelemiyor, adet kanaması diye kandırılan kan ise
bir türlü durmak bilmiyordu. Büyük dede tarla işleriyle iyice meşgul olduğundan
evde pek görünmüyor, kızın acıları ise yine kendi içerisinde çoğalıyordu.
Birkaç kere ablasına dese de ablası oralı olmadı ve kendisinin de aynı
dönemlerden, ağrılardan geçtiğini söyledi. Ayrıca büyük dedesinin Müslüm’ün
babasına verdiğini duyurdu. Kız ise ruhundaki acının mı yoksa bedenindeki
acının mı daha kötü olduğunu hesaplayamadan sadece susmakla yetindi.
Sarışın bir Pazar günü sabah
mühendis büyük dedeye uğramış; önceki getirdiği tarım ilacının yerine bir
yenisini yaptığını söylemiş, bunun hem kokusuz ve hem de mahsulde iz bırakmayan
bir ilaç olduğunu övgüyle söylemiştir. Büyük dede hayran hayran dinlediği
mühendisi eve davet edip, bir kahve içmesini istedi. Mühendis ise keyifle sabah
kahvesi içmediğini bunun kendisini mutlu edeceğini sevinçle söyledi. Beraber
içeri geçip kuruldular yer divanlarına… Mühendis elindeki şişeyi odanın kenarında
duran su testilerinin yanına bıraktı. Üzerinde “tarım ilacı” ve “öldürücüdür”
simgesi olduğundan dolayı endişe etmeden dönüp kahvesinden yudumlamaya başladı.
Kahvenin yarısına gelen büyük dede kalbinde hafif bir çarpıntı hissetti, artık
yaşının da ilerlemiş olması bu tür durumları olağan kılmış, yaşlılıktandır diye
kendi içerisinde geçirmeye başlamıştı. Benzi sararmış ve kahvesini de bitirmiş
olmanın yorgunluğuyla mühendisi uğurladı. Hemen geri dönüp iyice yorgunlaşan
bedenini divana saldı. Çarpıntısı yeniden alevlenmeye başladı, kendini iyice
divana saldı ve içerideki kızlara seslendi. Dili damağı kurumak üzereydi;
başucundaki testiye uzandı, ancak içerisinde su kalmamıştı. Diğer köşedeki
testileri gördü, kalkmaya yeltendi ancak kalkamadı. Ağrılarından dolayı iki
büklüm olan kız içeri girdi ve “buyur dede,” dedi. Kızından sert bir şekilde su
istedi, testilerinde boş olduğunu onlarında doldurulmasını söyledi.
Ağrılarından iyice canı burnunda
olan kız köşedeki şişeyi eline alıp, üzerindeki yazıyı okumaya çalıştı,
beceremedi. Dedesinin iyice bağırmasından dolayı kapağını açtı ve demir bardağa
suyu dökmeye başladı. Hemen dedesinin yanına koşup, eliyle başını kaldırıp
usulca bardaktaki suyu içirmeye başladı. Daha bardak boşalmadan dedenin yüzü
gözü morarmaya kızarmaya yüz tuttu. Ağız kenarından köpükler çıkmaya başladı.
Gözleri yardım dilercesine kıza kilitli ve açık bir şekilde kıza bakıyordu. Kız
korktu ve çığlık attı. Çığlığı duyan herkes odaya koştu, koşanlar içerisinde
bulunan Müslüm hemen ne olduğunu sordu. Kız ise su istediğini ve su verdiğini
söylediği anda Müslüm kenardaki tarım ilacını gördü. Bundan mı verdin diye
sordu. Kız evet anlamında başını salladı. Bu tarım ilacıdır dediğinde kızın
ablası kızın üzerine atladı, “bilerek öldürdün onu,” dedi.
Büyük dedeyi bu sabah gömdüler.
Ben ise doktor muayenesinden iki saat önce çıktım. Bir daha çocuk sahibi
olmayacağımı söyledi; “aldırmadım.” Dedeni öldürdüğün için mahkemeye çıkacağımı
söyledi; “biz kadınlar için fark eder mi?” dedim. Uzun yıllar içeride kalabilir,
hatta bir daha “gün yüzü” göremezsin dedi; “insan hiç görmediği bir şeyin
yoksunluğunu çeker mi?” dedim. Sustu.
“Bak burada ne yazar bilir
misin?” Diye duvarı gösterdi. “Okuma yazmam yok” dedim. “Olsun, bilmek ister
misin?” diye tekrarladı. “Evet” dedim. “Bir erkeği eğitirseniz bir adamı
eğitirsiniz; Bir kadını eğitirseniz, bir kuşağı eğitirsiniz,” dedi. Ağladım.
Dünya herkese eşit şekilde pay
vermiyor; özellikle kadınlar gerçekten hayata bir sıfır yenik başlamanın
kahrını her kuşakta çekiyor. Her ne kadarda hüviyetleri onları birer birey
yapsa da bilinçsiz toplum arasında yok olup, savrulup tükeniyorlar. Kadın ya da
erkek sadece bir türdür. İşin aslı, hamı ise insan olduğudur. Kadın bunu bize
izah ile mükellef değildir, kadını insan olmaktan ayıran biz karşı cinsleriyiz.
Çünkü onlar bulundukları toplumların verdiği kadar değerde, onlara
gösterdiğimiz hassasiyette güvendelerdir. Bütün kadınlarımızın 8 Mart Kadınlar
Günü kutlu olsun.
Maalesef böyle olaylar hala yaşanmaya devam ediyor ülkemizde.
YanıtlaSil