6 Mayıs 2019 Pazartesi

8 Mart her şey için bir özür olur mu? - Kendi Kalemimden Hikayeler


Bu hikâye suya yazılmıştır. Kuytu bir köşede nemden ve dahası it bağlasan durmaz denilen bir yerde dökülmüştür cümleler çatlayan dudaklardan. Takvimler Mart ayını gösterirken; kapı aralığından gazete parçasına sarılı öğün yemeğini uzattılar. Göz ucuyla baktı bırakılan gazeteye; karanlık, isli odaya vuran güneş ışıklarının tozları havada görünür kıldığı zaman diliminde; 8 Mart Dünya Kadınlar Gününüz Kutlu Olsun yazıyordu. Birden irkildi, kadın olduğu aklına geldi. “Evet, evet!” dedi, “ben bir kadındım peki ama insan mıydım?”

İnsan olmasına insandı ama insan olmak kişinin elinde olan bir meziyet değildi. Hüviyet denilen şey peyda olmadan kadının kimliği falanın karısı, filanın kızından öteye gidemeyecek kadar kötüydü. Birey olarak asla tek değildi. Her zaman başka bireylerin bir ardılı olarak anılmak ise “kadını” birey olmaktan uzaklaştırıp; korunması, kollanması gereken ve “namus” denilen sadece kadını bağlayan bir cehaletin kurbanı yapıyordu.

Dizlerinin üzerinde emekleyerek gazete parçasına uzandı, içerisindeki yiyecekleri kenara itip habere odaklandı. Okumayı tam olarak bilmiyordu, ancak harfleri çatarak usulca okumaya çalıştı. Beceremedi. Okuldan alındığı günü anımsadı yine bir 8 Mart günüydü. Büyük babasından gizlice gider okula, kayıtsız isimsiz bir şekilde derslere girer, okumayı ve öğrenmeyi isterdi. Tesadüf o ya; günün anlam ve önemi için okul bahçesinde bir müsamere düzenlenmektedir. Bütün öğrenciler heyecanlı, en çokta kız öğrenciler. Onların günüydü bu en nihayetinde. Sıralar taşındı, sahneler hazırlandı; protokolde muhtar, jandarma komutanı, müdür ve kasabadan ileri gelen birkaç kişinin başı çektiği seyirci kitlesi gözlerini dikmiş pür dikkat sahneyi izliyor, alkışlar tebessümlere karışıyordu.

Sahneye adımını attı, kafasını kaldırmadan sahne ortasında bulunan işarete yöneldi, her adımda yüzü daha da kızardı. Böyle bir görevi kendisi istemişti, ancak şimdi kalabalığın önünde içindeki korku daha da içini sardı, elindeki kâğıdı göğüs hizasına çekti ve okuması olmadığı halde ezberletilen cümleleri söylemeye başladı. “8 Mart Dünya Kadınlar Günü,” dediğinde ensesinde büyük dedesinin tokadını hissetti. Protokol ve diğer herkes ayaklandı, sahneye doğru bir koşuşturma başladı. Anca büyük dedeye karşı gelebilecek kimse orada bulunmuyordu. Paranın, malın ve servetin gücü; kızı dedenin ellerinden almaya yetmiyor, herkes başını eğiyor, ancak yapma etme çocuktur demekle yetiniyordu. İyice hırsını alan büyük dede “sen bizi katil mi edeceksin, milletin önüne çıkıp milleti eğlendirmekte nedir? Doğru eve git, seninle daha görülecek bir dünya hesabımız var,” diyerek yanında bulunan tarım mühendisiyle sahibi olduğu tarlalara gitmek için okul bahçesinden çıktılar.

Büyük dede alınan mahsulden hiçbir zaman memnun kalmadı, her yıl ekinlerde ciddi oranda bir azalma, bir kayıp görüyor ve bunu da tarlasında çalışanlara bağlıyordu. Şehirden tarım mühendisi getirip toprağın kalitesini, gübrelemeyi ve tohumların yeterliliğini öğrenmekten başka çaresi kalmamıştı. Tarlaya indiklerinde toprağın çok yerinde olduğunu, ne ekersen çok rahat bir şekilde biçileceğini söyleyen mühendisi izliyor, yanında bulunanlara ise mühendisin dediklerini unutmamasını tembihliyordu. Mühendis ise ekim zamanlarını iyice bilmelerini istiyordu. Bu sene geç ekim yapılmış ocak ayında yapılan ekim; tohumlarda yitimlere yol açar ve zamanından sonra filizlenme olduğu için ise buğdayın kalitesi düşürür; hasat zamanının da geç olmasından dolayı böceklenme olabileceğini söyleyip, tarım ilacıyla desteklenmesini bildirdi. Bir sonraki ekimin ise bu bölgede Kasım – Aralık aylarında yapılması gerektiğini büyük dedeye izah etti. 1 haftaya kadar ise bir tarım ilacı hazırlayıp getireceğini ve bu getirdiği ilacın 1 ton suya katılıp Nisan ayında tarlaya püskürtülmesini istedi. Büyük dede mühendisin elini sıkıp yolcu ettiğinde, arkasında duran üç kişiden biri olan Müslüm’e seslendi, “akşam babanlara söyle gelip kızı istesinler,” cümleyi duyunca Müslüm’ün içi titredi. Anasını iki sene evvel toprağa vermiş, babasının bitmek tükenmek bilmeyen hırsıyla tek başına uğraşmak zorunda kalmıştı. Babası ise büyük dede ile akraba olmayı çoktan kafasına koymuştu. “Beyim,” dedi, “kız daha on üç yaşında, babam ise kırk altı, uygun olur mu?” diye ağzının içinde gevelerken, büyük dede elini kaldırdı ve Müslüm susmak zorunda kaldı.

Kız, yediği dayaktan dolayı yüzü gözü yara bere içerisinde eve vardı. Görenler ne olduğunu sordularsa da hiçbir şey demeden kendini evin içerisine atıp, çocukluğundan beri saklandığı, o zamanlar depo olan kuytu yere sığındı. İçi içine sığmaz gözündeki yaşları dindiremeden, içten gelen hıçkırıklarla başına gelen hadiseye üzülüyordu. Kendinden bir yaş küçük olan er kardeşine yapılanlar asla kendisine yapılmamıştı. Yeni kıyafetler, yeni oyuncaklar ve hatta eğitimi için paralı yatılı okullara dahi verilmişti. İsimleri bile o kadar aynıyken, “Can” diye seslendiği kardeşine kıyamazken, sonuna eklenen iki harf nasılda etkiliyordu yaşamlarını. Hele ki akşamın olmasını ve büyük dedeyle yeniden karşılaşmayı hiç istemiyordu. Korku ancak korktuğunla yüzleştiğinde sonu gelen bir güdüydü. Ne kadar kaçarsan kaç asla peşinizi bırakmaz, her an yakana yapışırdı. Normalde ilerlemeyen saatler bu gibi zamanlarda nasılda su gibi akıp gidiyordu. Yapılacak en iyi şey biran önce karşılaşmak ve sonucunu yaşamaktı, yaşadı da…

Akşam büyük dede eve geldiğinde daha üzerini çıkarmadan kızı karşısına aldı. Tek bir kelime dahi etmeden tir tir titreyen kıza önce çıplak elleriyle tokatlar savurdu, hırsını alamadığında ise belindeki İstanbul’dan hediye gelen kemere uzandı eli… Kız ise sessiz çığlıklarını havaya saldıkça, ip ince akan gözyaşlarını iyice bıraktı yanaklarına, savrulan kemerin iç yakan keskin sesi kulakları gıdıklasa da hınç ile değiyordu kızın bedenine, her vuruşta bedeni sarsılan kızın çığlıklarını duyamayan büyük dede ağzında salyalar fışkırtarak durmadan vuruyor, içerisindeki zehri dışarı salmak istiyordu. Kemer darbeleri dahi teskin etmemişti büyük dedeyi, yerde topak olan kızın önce sırtına tekmeler savurdu. Sırtına aldığı darbelerden dolayı topak olan bedeni açıldı, açılan bedeni gören büyük dede ise kızın karnını tekmelemeye başladı. Bilmem kaçıncı tekmede kızın karnına inince kızın acı çığlıyla sarsıldı ev ve çığlık ile baygınlığını gören büyük dedenin hırsı sönmeye başladı.

Kızın ablasını çağırdı, alıp odadan çıkarmasını istedi. Ondan iki yaş büyük olan ablası ise kızı alıp başka odaya götürdü. Her tarafı gözyaşıyla ıslanan, gözyaşının kanla temasıyla yüzde açılan kanallara baktı. Su ile bez alıp bayılan kardeşinin yüzünü gözünü temizlemeye başladı. Elbisesini yavaşça üzerinden çıkardı, güzelliğine her zaman kin ile hayran olan ablası içten bir kıskançlıkla morluklarını tespit edip, elindeki kremi sürüyordu. Etekliğini açtığında kanamasını olduğunu gördü, paramparça olan et parçaları sanki rahiminden dışarı sarkıyordu. Hemen pamuklarla baskı uygulayıp, bezle sardı. Büyük dedesine ise bir şeyi olmadığını ancak adet kanamasının başladığını söyledi. Kendisini isteyen adamdan kaçmak için bu yalanın çok yerinde olduğunu sezen abla, ağız içerisinde “artık evlenebilir,” diye sessizce büyük dedeye duyurdu. Bilinir ki “bir kadının en büyük düşmanı yine başka bir kadındır.” Önemsiz olan tarafı ise değersiz bir insanın doğurganlığını yani rahmini kaybettiği bir gün olduğuydu.

İki hafta ağrılar içerisinde yatan kız bir türlü kendisine gelemiyor, adet kanaması diye kandırılan kan ise bir türlü durmak bilmiyordu. Büyük dede tarla işleriyle iyice meşgul olduğundan evde pek görünmüyor, kızın acıları ise yine kendi içerisinde çoğalıyordu. Birkaç kere ablasına dese de ablası oralı olmadı ve kendisinin de aynı dönemlerden, ağrılardan geçtiğini söyledi. Ayrıca büyük dedesinin Müslüm’ün babasına verdiğini duyurdu. Kız ise ruhundaki acının mı yoksa bedenindeki acının mı daha kötü olduğunu hesaplayamadan sadece susmakla yetindi.

Sarışın bir Pazar günü sabah mühendis büyük dedeye uğramış; önceki getirdiği tarım ilacının yerine bir yenisini yaptığını söylemiş, bunun hem kokusuz ve hem de mahsulde iz bırakmayan bir ilaç olduğunu övgüyle söylemiştir. Büyük dede hayran hayran dinlediği mühendisi eve davet edip, bir kahve içmesini istedi. Mühendis ise keyifle sabah kahvesi içmediğini bunun kendisini mutlu edeceğini sevinçle söyledi. Beraber içeri geçip kuruldular yer divanlarına… Mühendis elindeki şişeyi odanın kenarında duran su testilerinin yanına bıraktı. Üzerinde “tarım ilacı” ve “öldürücüdür” simgesi olduğundan dolayı endişe etmeden dönüp kahvesinden yudumlamaya başladı. Kahvenin yarısına gelen büyük dede kalbinde hafif bir çarpıntı hissetti, artık yaşının da ilerlemiş olması bu tür durumları olağan kılmış, yaşlılıktandır diye kendi içerisinde geçirmeye başlamıştı. Benzi sararmış ve kahvesini de bitirmiş olmanın yorgunluğuyla mühendisi uğurladı. Hemen geri dönüp iyice yorgunlaşan bedenini divana saldı. Çarpıntısı yeniden alevlenmeye başladı, kendini iyice divana saldı ve içerideki kızlara seslendi. Dili damağı kurumak üzereydi; başucundaki testiye uzandı, ancak içerisinde su kalmamıştı. Diğer köşedeki testileri gördü, kalkmaya yeltendi ancak kalkamadı. Ağrılarından dolayı iki büklüm olan kız içeri girdi ve “buyur dede,” dedi. Kızından sert bir şekilde su istedi, testilerinde boş olduğunu onlarında doldurulmasını söyledi.

Ağrılarından iyice canı burnunda olan kız köşedeki şişeyi eline alıp, üzerindeki yazıyı okumaya çalıştı, beceremedi. Dedesinin iyice bağırmasından dolayı kapağını açtı ve demir bardağa suyu dökmeye başladı. Hemen dedesinin yanına koşup, eliyle başını kaldırıp usulca bardaktaki suyu içirmeye başladı. Daha bardak boşalmadan dedenin yüzü gözü morarmaya kızarmaya yüz tuttu. Ağız kenarından köpükler çıkmaya başladı. Gözleri yardım dilercesine kıza kilitli ve açık bir şekilde kıza bakıyordu. Kız korktu ve çığlık attı. Çığlığı duyan herkes odaya koştu, koşanlar içerisinde bulunan Müslüm hemen ne olduğunu sordu. Kız ise su istediğini ve su verdiğini söylediği anda Müslüm kenardaki tarım ilacını gördü. Bundan mı verdin diye sordu. Kız evet anlamında başını salladı. Bu tarım ilacıdır dediğinde kızın ablası kızın üzerine atladı, “bilerek öldürdün onu,” dedi.

Büyük dedeyi bu sabah gömdüler. Ben ise doktor muayenesinden iki saat önce çıktım. Bir daha çocuk sahibi olmayacağımı söyledi; “aldırmadım.” Dedeni öldürdüğün için mahkemeye çıkacağımı söyledi; “biz kadınlar için fark eder mi?” dedim. Uzun yıllar içeride kalabilir, hatta bir daha “gün yüzü” göremezsin dedi; “insan hiç görmediği bir şeyin yoksunluğunu çeker mi?” dedim. Sustu.

“Bak burada ne yazar bilir misin?” Diye duvarı gösterdi. “Okuma yazmam yok” dedim. “Olsun, bilmek ister misin?” diye tekrarladı. “Evet” dedim. “Bir erkeği eğitirseniz bir adamı eğitirsiniz; Bir kadını eğitirseniz, bir kuşağı eğitirsiniz,” dedi. Ağladım.

Dünya herkese eşit şekilde pay vermiyor; özellikle kadınlar gerçekten hayata bir sıfır yenik başlamanın kahrını her kuşakta çekiyor. Her ne kadarda hüviyetleri onları birer birey yapsa da bilinçsiz toplum arasında yok olup, savrulup tükeniyorlar. Kadın ya da erkek sadece bir türdür. İşin aslı, hamı ise insan olduğudur. Kadın bunu bize izah ile mükellef değildir, kadını insan olmaktan ayıran biz karşı cinsleriyiz. Çünkü onlar bulundukları toplumların verdiği kadar değerde, onlara gösterdiğimiz hassasiyette güvendelerdir. Bütün kadınlarımızın 8 Mart Kadınlar Günü kutlu olsun.

2 yorum: