...yarın
korkusuyla yaşamaya devam edip, alanını terk edememek, başkaldıramamak kişinin
özgürlüğüne vurulan en derin ketlerden birisidir. İtaat bekliyorsan
fakirleştir, kafalarına buyruk yaşamalarını istemiyorsan sadece ölmemeleri için
yetecek kadar tayın ver...
Yukarıdaki
cümleyi kitap arasına işlerken henüz tam olarak neyle karşılaşacağımı
bilmiyordum. Ancak ileriki sayfalarda aslında bu cümlenin çok yerinde bir kitap
özeti olduğu kanısına vardım. Çünkü “Kapitalizm” düşmanı Zola 1884 yılının
baharında kitaba kaynak toplamak için greve giren bir madene gitmiş, sıkı bir
gözlem yapmış ve gördüklerini kâğıda düşürmüştür. Bu da hikayenin asparagas bir
kurgu olduğundan çok, gerçek bir hayattan esinlendiğinin izlenimini
vermektedir.
“Kara bir mürekkep kadar yoğun ve karanlık bir gecede, düz ovada, Marchiennes'le Montsou'yu birleştiren ve pancar tarlaları arasında ip gibi uzanan yolda bir adam tek başına yürüyordu.” (Alıntı)
Kitaba giriş
cümlesi olan bu alıntıdan da anlaşılacağı gibi; okuruna ileride yaşanacaklar
hakkında derin bir merak oluşumu yaratacağını ve aslında olacakların daha bu
cümlede adım adım başladığını sezdiriyor, okuru kitaba yaklaştırıyordu.
Toplum, toplum
eleştirisi ve ahlaksız betimlemeler;
Ahlakın
olmadığı yerde adaletten söz edilebilir miydi? Ahlaktan yoksun bireyler kendi
özünden gelen soya sahip çıkmadıktan sonra haklarına nasıl sahip çıkacaklardı?
Kenetlenme önce aileden başlamalı silsile ile bütün hanelere, komşulara
ulaşmalıydı. Yetişme ve yetiştirilme şartları bireylerin eğitim düzeyleriyle
orantılı ilerlemedikçe ahlaktan yoksun kalan biçare bedenler ya haksızlığa
boyun eğerdi ya da haksızlık ederdi... Bu hususta ahlakın eğitimden önce
gelmesi kişiyi iyi insan eder, topluma yararlı kılarken, ahlaktan yoksun
bireylerin eğitimleri ise sadece kendi yararına yönelik olmakla kalırdı. İnsan
yaradılışı toplumlarla beraber ikamet etmesini öngördüğünden ise önce ahlakın
alınması ve eğitimle bunun desteklenmesi hem toplumlar için hem de doğa için
vazgeçilmez gereksinimler olmalıydı. Aksi durumlarda bazı bireyler kendilerini
alt sınıflardan kurtarıp yine alt sınıflara eziyet etmek zorunda kalırdı.
Kurguda
asırlardır yaşam biçimlerini terk etmemiş ve sorgulamamış insan kişilikleriyle
karşılaşmaktayız. Geçmiş dönemlerde birkaç kere tekrar edilmiş bir başkaldırış
denemeleri olduklarını beyan etseler de anlık bastırılmalarla sindirilmiş ve
tek “lüksleri” sevişmek olan; aile, birey ve kadın kavramı olmayan; on iki, on
üç yaşına gelen bir kızı tutup dilediğin yerde kocası olabileceğin; işin kötü
tarafı bunları özümsemiş ve gelenek haline getirmişlerdi. Bu yaşam tarzının
ikinci imparatorluk zamanında çok olağan olduğunu hepimiz bilmekteyiz. Buradaki
betimlemelerde yazar kendi hayal gücünden ziyade gördüklerini kaleme almış
dersek hata etmemiş oluruz.
Maden
işçilerinin zor yaşam koşulları her dönem karşımıza çıkmaktadır. Bunun en bariz
örneği ise çok az bir zaman önce “Soma” adlı yerde patlak vermiş; dönemin
hükümet yetkilileri ise bu duruma “Fıtrat” deyip 301 kişinin ölümlerini
meşrulaştırmıştı. Kitapta da geçen bir madenci atasözü ise; “Ölüm geldi mi,
lambayı söndürür,” bu ironinin ise konuya renk kattığına inanıyor; herhangi bir
siyasi çekişmeye meydan vermek istemiyorum. Çünkü bir başka madenci atasözü de
der ki; “lamba madencinin güneşi demektir,” bir yerde yeriyorken diğer yerde
göğe çıkarıyoruz.
“...insan kötülük yapmıyorsa fırsat
çıkmadığındandır.” (Alıntı)
Buraya kadar
okuduysanız eğer kitabın bir işçi edebiyatı olduğunu ve bu işçi sınıfının da
madenciler olduğunu anlamışsınızdır. İş arayan Etienne kitapta ana karakter
olan maden ocağı “Voreux” a gelir ve iş olup olmadığını sorar; bir şekilde
şansı güler ve işe alınmayı başarır. Etienne çalışma ortamını ve geçim
sıkıntısını görür, bu uğurda mücadele etmesi gerektiğini söyler. İşçileri toplar
ancak bu toplanma insan içerisinde bulunan öldürme, yakma ve yıkma gibi
anarşizm eylemleri tetikler. Cahil olan işçi kesimi ise sürekli bir lider
arayışı içerisindedir. Lakin kudreti bulanın saçmaladığı bir dünyada lider
vasıflı insanları bulmak ise samanlıkta kaybolan iğneyi bulmaktan daha zordur.
Zola’nın tatlı
ve gerçekçi dili sizi bir okur gibi değil de; İki Yüz Kırklar Mahallesi’nde 6
Frank kira karşılığında bir hane sahibi, maden işçisi gibi hissetmenizi sağlar.
Madene sabahın dördünde iner ve iş arkadaşlarınızla çalışmaya başlarsınız.
Kışın ağır geçmesi ve zeminin ıslaklığı yerin yedi kat altında inanın sizi
zorlar, ıslanan kömür dehlizleri kayganlaşır, siz gülümsedikçe ten renginiz ne
olursa olsun adeta bir zenci görünümüne döner, sıcaktan bedeniniz kavrulur,
kalbiniz sıkışır; bedeninizden akan terler teninize bulaşmış kömür karasında su
kanalları oluşturur. Dehlizce ilerledikçe eğilmek zorunda kalırsınız; en ufak
bir hatanızda ya diziniz berelenir ya da sırtınızın derisi sıyrılır. Payandaların
sağlıksız durumu her an ölebileceğinizi aklınıza getirse de siz yine elinizdeki
kısa saplı kazma ile çalışmaya çalışırsınız. Çünkü bilirsiniz ki tek lüksünüz
olan sevişmeden artakalan düzinece çocuğunuz vardır. Kazanacağınız para onları
tok tutmaya yetmese bile öldürmeyeceğini bilirsiniz. Bu hususta mücadele eder
ve gerek bedeninizi, gerek ruhunuzu ve dahi aklınızı bu uğurda feda edersiniz.
“Ne yazık ki yemeden yaşamanın yolu
bulunmamıştı daha.” (Alıntı)
Kitabı
parçalara bölecek olursak eğer hüzünlü bir kurgunun dışında “sosyalizim,”
“komünizm,” “anarşizm,” “kolektivizm” ve “sanayi buhranı” gibi konularını ele
almamız gerekmektedir. Ne yana baksanız bir dram gördüğünüz eserde; Zola
ziyadesiyle ülkesini, kapitalist düzen kurucularını, kentsoyluları ve dahası
mal mülk sahiplerine duyduğu öfkeyi anlatır da, durur. Her ne kadar tarafsız
bakmak isteseniz de yapınız gereği güçsüzden yana çıkıverir bulursunuz
kendinizi. Etienne ile Catherine’nin aşkları, onulmaz durumları, işçi sınıfının
açlığı ve çaresizliği devri çok güzel bir şekilde anlatmaktadır. Her karakterin
ayrı ayrı incelenmesi gerektiğine inanmaktayım. Çünkü her bir karakterin
kendine has bir duruşu ve biçimi vardır. İhanet, ihtiras gibi popüler kültürün
konularını da ele alarak kitabı her kesimin beğenisine sunmuştur. Yazıldığı
sene birçok çevrelerce tepki görmüş ve kurgusu nedeniyle ilklerden olmayı
başarmıştır. Bir dünya klasiği sıfatını almış bu eser yüz üzerinde ülkede
yayımlanmış ve çok beğenilmiştir.
Germinal
Fransızca bir kelime olup; tam olarak bir Türkçe karşılığı bulunmamaktadır.
Ancak tohumun şişip, çatlayarak ısı ve güneşin yardımıyla topraktan fışkırması
demek olduğunu söylemek isterim. Bu sebeple madencilerin artık içlerine
düşürdükleri tohumları; açlıkla sınayıp, iç derinlikleriyle çatlatıp, yerin
yüzlerce metre altından birlik ve beraberlikle toprağın üzerine çıkması
“Germinal” kelimesinin anlamını anlatmaya yetmektedir.
1993 yapımı
filmini de kitaptan sonra izleme keyfini yaşadım. Ancak kesinlikle kitap ile
yarışamayacak kadar yalın kalıyordu film. Kesinlikle kitabının okunulması
filminden öncelik arz etmektedir.
Sözün özü;
kitap benim için muazzam kalitede keyifli bir deneyim oldu. Verebileceğim en
yüksek puanı verip, okuduğum “en” kitaplarda en üst sıralarda yerini aldı. Kesinlikle
sizleri duygu karmaşasına sokup, bittiğinde büyük bir eksiklik hissettirip,
sizi çok üzecektir. Lakin bu deneyimi yaşayıp okumanızı ve tavsiye etmenizi
kesinlikle isterim.
Sevgi ile
kalın…
Son Alıntı;
“Ayaklarının altındaki, ta derinlerden
gelen inatçı kazma sesleri aralıksız sürüyordu. Arkadaşlarının hepsi oradaydı,
her adımda onların gürültüsünü duyuyordu. Şu pancar tarlasının altında iki
büklüm oturan, kesik soluğu vantilatörün homurtusuna karışan kadın Maheude
değil miydi? Sağda solda, her yanda sarı başaklar, yemyeşil çitler, körpecik
ağaçlar altında daha başka tanıdık yüzler görür gibi oluyordu. Nisan güneşi
olanca görkemiyle gökyüzündeki tahtına kurulmuş, dört bir yana ışık saçıyor,
doğum sancılarıyla kıvranan toprağı ısıtıyordu. Toprak ananın verimli bağrından
yaşam fışkırıyor, tomurcuklar çatlayıp yeşil yaprak halini alıyor, tarlalar baş
vermek için sabırsızlanan tohumların itişiyle ürperiyordu. Tohumlar şişiyor,
çatlıyor, ısıya ve ışığa kavuşmak için toprağı yarıp dışarı fırlıyordu. Özsuyu
büyük bir coşkunluk içinde hışır hışır yükseliyor, çatlayan tomurcukların sesi
yeryüzünü kaplayan bitmez tükenmez bir öpücük halinde uzayıp gidiyordu.
Arkadaşları durmadan kazma sallıyor, her an yüzeye yaklaşıyormuşlar gibi kazma
sesleri gittikçe belirginleşiyordu. Cana can katan o nisan sabahında gökteki
alevli yıldızın gönderdiği ışınlarla yanıp tutuşan uçsuz bucaksız ovanın dört
bir yanından derin bir uğultu yükseliyordu. İnsan bitiyordu topraktan, gelecek yüzyılda
ürün vermek üzere yavaş yavaş filizlenen, pek yakında yerküreyi sarsarak baş
verecek olan, öç almak için yanıp tutuşan, kapkara bir insan ordusu boy
atıyordu.” (Alıntı)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder