20 Nisan 2019 Cumartesi

İsimsiz - Kendi Kalemimden Hikayeler

Herkes yürek sahibi olamaz
çünkü herkes taşıyamaz
bedeninde kalbi

İSİMSİZ

Her son yeni bir başlangıca gebedir. Bitmek; kimine
göre bir son, başkasına göre yeniden doğuştur. Her şeyin sonu
olduğu gibi bununda bir sonu vardır. Geç olsa da öğrendim
artık. Şimdi baktığımda geride ne bırakabiliyorum ve siz
benden sonrakilere ne verebildim düşüncesi aklımdan biran
dahi çıkmıyor. Şimdi veda zamanı ve ben gidiyorum.

Adım Zöhre, Atatürk toprağa düştüğünde henüz yaşım
ikiymiş. Kimliğimde doğum tarihim 00.00.0000 diye yazılı. Belki
de hata değildir bu, ne yaşadığım belliydi bu hayatta ne de
yaşamadığım. Kırşehir’in Çiçekdağı’nda doğup, orada
büyümüş, çiftçi olan bir babanın altı kızından biriydim. Şimdi ise
toprağımdan kilometreler ötesinde yummaktayım gözlerimi.



Ereksiyon halinde dolanan beyinlerin bir atımlık
orgazmı olan benim hayatım!

Bu bir başlangıçtı. Evveliyatımız nedir ne değildir
bilemem. Lakin armut yetiştirir, üzüm devşirirdik topraktan.
Hasat zamanı geldiğinde ise tabiat yüzümüze güler ve ocağımızı
şenlendirirdi. Silik bir babanın kızıydım ben. Ağzı olup dili
olmayan, zayıf, Anadolu insanından hallice saf bir adamdı
babam. Bağımız bahçemiz ise iki kuşak öteden büyük
dedemlerden bize yadigârdı. Her geçen kuşakta toprağımız
çoğalacağına, azalıyordu. Ben ise altı kardeşten ikinci
sıradakiydim. Ablam Zahide küçükken havale geçirmiş, evde
yapılan yanlış müdahale sonucunda konuşma yeteneğini
kaybetmişti.

Yozgat Yerköy’den Çiçekdağı’na göçen ata dedelerim,
sadece hanelerini taşımışlar doğduğum bu eve. Ev dediğime de
aldanmayın sakın. Yarı kerpiç, yarı kesme taş ve geri kalanı
ahşaptan olan, büyük bir sofaya sahip, yan eşiğinden ahıra
kapısı açılan üzeri her kış Kırşehir ayazını bedenimizde
hissettiren bir çatıya sahipti. Nem, börtü böcek evimizin daimi
misafirleriydi. Annemin asıl ağrılarının müsebbibi de hanemizin
bu denli derme çatma olmasındandı. Bağ ve bahçelerimiz ise
evimizden bir saat yürüme mesafesinde Yerköy kazasına daha
yakındı. Yaz aylarında hasat için bir ay boyunca sürekli bazı at
arabası bazı ise yayan arşınlardık bu yolu. Şimdi ki gibi çift
şeritli kocaman değildi yol elbet. Keçi yolundan biraz büyükçe,
kışın balçıktan adım atılamaz, yazın ise yumuşak toprağından
dolayı adım atmak öyle kolay olurdu. Yumuşak toprak
sayesinde ayağımızdaki naylon ayakkabılar, esem sport tadı
verirdi ayaklarımıza.

Bağımız bereket bu senede salkım salkım yeşil, siyah
üzümlerle doluydu. Bir metreyi bulan üzüm ağaçlarımızın
boynunu bükmüştü meyvesi olan üzümler. İnsanda böyle miydi
acaba evlatlarda ana babalarının boynunu büker miydi? Bazı
istisnalarda vardı demek ki; ana ve babalarda bazen evlatlarının
boynunu bükerdi. Selelerimiz açıldı, doldukça dolu üzümlerle.
Güneş alabildiğine tepedeyken, heybeti ile dağları kıskandıran
“badal*” ağacının – badal küçük kardeşimin ağaca koyduğu
isimdi. Gövdesi o kadar büyük ve merdiven şekli olduğundan
badal olarak da kaldı. – önüne toplandık. Örtülerimiz serildi,
bohça halinde hazır ettiğimiz yiyeceklerimiz örtünün üzerine

hazırladık. Halkayı tamamladık ve ilk öğünümüzü başladık
dürmeye. Bu benim son çalmağa* ekmek bandığım tebessüm
dolu son öğünümdü.

- Sıracalı* Memet nörüyon.
- Nöriyim, sen nörüyon.
- Nörek. Merkeze bibimgilin gobel geldi. Onunan eve
gideriz.
- Gel hele soluğnan.

Geldi kuruldu soframıza Muhtar, yanında ise halasının
büyük oğlu Yaşar. Ankara’da okurmuş, bu sene mezun olup,
İstanbul’a anasının yanına gidecekmiş, diye her bir şeyi anlattı
Muhtar. Sonra bana baktı; “Memet, bu senin Zöhre mi? Ne
yaman büyümüş, evlenecek yaşa gelmiş, habarın var mı?”
dediğinde yüzüm alev aldı. Ellerimi kucağıma kenetledim,
tırnaklarım derime battı, hiç acı hissetmedim.
- Aşamınan size gelemde bir konuşşak Memet!
- Başımınan Muhtar.

Akşam dokuz olmadan Muhtar ve Yaşar kapımıza dayandı.
Çaylar içildi, cigaralar sarılıp sarılıp tüttürüldü. İçeri de odaydık
biz, anam ve kardeşlerimle. Babam seslendi “Zöhre az buyana
bah,” diye, koşup durdum önünde. “Muhtar seni kendine karı
etmek ister,” dedi. Dondum kaldım. Nefesim düğümlendi
boğazıma, babamdan dahi beş yaş yukarı olan Muhtar beni
kendisine karı etmek istermiş. “Ne dersin,” diye sordu babam.

Ne diyebilirdim ki; boynum büyük, tırnaklarım etime batırarak
bekledim önlerinde. “git,” dedi babam. Ben hareket edip, adım
atamıyordum. Anam gelip omuzlarımdan tutup, beni içeri
odaya aldı. Yirmi sekiz gün konuşmadım, odadan dışarıya adım
atmadım.

30 Mart 1952 tarihinde yaşım daha on altı olmadan gelin
oldum. Gelinliksiz, düğünsüz gizli bir imam nikâhı ile Muhtar’ın
karısıydım artık. Dilim hala çözülmemişti, istedikleri günden
beri tek kelime etmemiş, gün yüzüne dahi çıkmamıştım.
Muhtar ise üç sene evvel karısını yitirmiş, kırk sekiz yaşında,
göbeği kendinden önde giden, tıknaz, boğazının altında bir yağ
tabakası olan, kısaca bir adamdı. Alıp götürdü beni kendi
hanesine. Evi bizim evimizden daha büyük ve gösterişliydi.
Hizmetine bakan bir yaşlı kadın ve hala Muhtar’ın evinde kalan
Yaşar daha dönmemişti okuluna. Evin arkasında küçük bir de
bahçe vardı. Bütün zamanımı o bahçede getirir, orada yeşeren
çiçeklerle konuşur, hepsini bağrıma basardım.

Bir gece uyurken kapını usulca açıldığını duydum. Zaten
tedirgin uyuyor, en ufak bir seste irkilerek uyanıyordum. Hem
daha çocuk denecek yaştaydım. Korku henüz bitmemişti
içerimde, ürkek kalbim en ufak terslikte içine kapanır, elimi
ayağımı dondurur, hareket dahi ettirmezdi. Bu gece burada
oluşumun dokuzuncu gecesiydi. “Korkma benim,” dedi
Muhtar. Yatakta donmuş, kaskatı olmuştu bedenim. Usulca
sokulup, ilişti yatağın kenarına. Soğuk eli, önce yüzüme değdi,
sonra boynuma doğru inmeye başladı. Korkudan nefes
alamıyor, karnıma sayısız sancılar giriyordu. Nefesi yüzüme

değdikçe iğreniyordum kendimden. Tütünden sararmış
bıyıkları adeta çiziyordu tenimi, dudakları değdikçe ardından
bir ıslaklık bırakıyor, derime pis kokulu bir katman daha
ekliyordu. Hızlı bir şekilde kendini soymaya başladı,
bedenimdeki elleri canımı acıtmaya beni yakmaya başlamıştı.
Birden üzerime düştü, altından çıkmaya çabaladım, ancak elleri
ile omuzlarımdan yakalayıp, bedenine hapsetti beni. Diğer
eliyle etekliğimi yukarılara çekip, sımsıkı kapattığım
bacaklarımı aralamaya çalıştı, başardı da. Güçsüz bacaklarım iki
yana ayrıldı, soğuk bedenini hissediyordum her yerimde, bir
kez daha kaçmaya yeltendim ama faydasız, gücüm yetmiyordu
ona. Bedenimden sıyırdı iç çamaşırımı ve kendi donunu da
itekledi aşağılara doğru. Yeniden yüklendi üzerime yüzüm iyice
ıslanmıştı gözyaşlarımla, nefesim ise ağlamalara dönüşmüş,
hırıltılı bir şekilde çıkıyordu ağzımdan. Muhtar daha sıkı tuttu
beni ve bacaklarımın arasında anlık bir sıcaklık hissettim.
Hırıltılı bir şekilde düştü yanıma titreyen bedeni. Hemen elimle
yokladım bacaklarıma değen sıcaklığı, kaygan bir soğukluğa
dönüştü parmaklarımın ucunda. Elimi burnuma getirip
koklamaya çalıştım, bir nefes çekince burnumdan, iğrenç
kokulu kaygan bir şeyin midemi bulandırmasına sebep oldu.
Kendimi attım yataktan aşağıya. İçimden sessiz ağlamalarımı
artık tutamaz oldum ve haykırışlarım gözyaşlarım ile birleşti.
Umudumu söndürdüler.

Kaç saat öylece kaldım bilmiyorum, içim geçmiş
uyumuşum. Gözlerimi açtığımda Muhtar başımda bir ayağı
üzerine durmuş, diğer ayağı ile beni dürtüklüyor. “Uyan be,
sabah oldu.” deyip, ardından “sakın ola geceyi kimseye
anatma, ardımdan Muhtar körpeyi gördü, kuyuya düşmeden

salıverdi iliklerini dedirtmem,” dedi. “hele birinden duyarım,
kırarım senin bacaklarını, keserim dilini bir daha heç sesin
duyuraman.” Yine tıkandı boğazım, nefessiz kaldım. İki hafta
hiç ilişmedi bana. Bende sadece yemekten yemeğe
görüyordum kendisini. Arada odaya uğruyor, bir iki cümle
tüketip, ardını dönüp gidiyordu. Onlar evden çıkınca bende
arka bahçeye geçip, çiçeklerle, hayvanlarla konuşup, biraz
olsun içimdeki sıkıntıyı atıyordum bedenimden. Yeni evimde
hayat bulduğum tek yerdi burası.

- Ağlamaların yersiz. Güzel kadınsın bence bir çaresine
bakıp, uzaklaş buralardan.
- ... (ses çıkmadı benden, Yaşar benimle bu güne kadar
hiç konuşmamıştı.)
- Anca susarsın. Hadi aç ağzını da şu çiçekler kadar
bende nasipleneyim dilindeki serinleten sudan. Dün
gece odanın kapısı açıktı, üzerin açılmıştı. Bakma yazın
geldiğine buralar geceleri çok serin olur, hasta edersin
kendini. Dikkat et kendine.
- ... (yine ses çıkmadı benden. Başım önümde
susuyordum.)
- İnsanı kendine çeken bir tarafın var. Muhtar gibi bir
adama karı olmak hiç hoş iş değil. Sen çok ama çok
daha iyilerine layıksın.

Her cümlesinde daha da yaklaştı yanıma ve oturdu. Ben
kendimi iyice kenara ittim. Ben köşeye çekildikçe o üzerime
geldi. Ellerini uzattı bana doğru, hemen yerimden ayağı kalkıp
içeriye doğru koşmaya başladım. Kapı eşiğinden adımı tam içeri

atacakken sırtımdan yakalayıp çekti beni. Yere düşmemek için
kapı eşiğinden tutundum. Yaşar ardımdan sarıldı bana.
Çırpındım birkaç kere, kurtulamadım. Bağırmaya başladım
hemen. Eliyle ağzımı kapatmaya çalıştı, beceremedi. Sesimi
kesemeyince yüzüme seri bir şekilde yumruk atmaya başladı.
Her vurduğunda bedenime değen yerden acıdan daha fazla
çıkan kanın sıcaklığını hissediyordum, yumruğun sertliği ile yarı
baygın bir hale geldim. Elleri boğazıma düştü, nefesimi
kesmeye başladı. Yüzüm kızardıkça, nefessiz kaldığımı
hissettikçe daha da sıkıyordu boğazımda olan ellerini. Sonunda
kafamı eşiğe vurdu. Tepemdeki acıyı bir saniye dahi
hissedemeden yıkılıp kaldım. Nefes alıyor, korkuyor ama
hareket edemiyordum. Muhtar’ın beceremediğini Yaşar
üzerine vazife edermişçesine saldırdı üzerime. Gözlerim
kapandı, bu da bir başlangıçtı. Yıkılıp giden, eriyip biten bir
ömrün başlangıcı.

Ölmenin günah olduğunu bilmeseydim bu saatten sonra
bir an dahi yaşamazdım.

Uyandığımda üzerim yırtılmış, kan revan içerisindeydim.
Kasıklarımdaki ağrıyı başka bir ağrı bastırıyor, gözlerimi
araladıkça yeni ağrılar fark edip eskini unutuyordum. Kafamı
sola doğru çevirdiğimde üzeri çamur içerisinde yüzüstü yatan
Muhtar’ı gördüm. Gözlerimi tam açamadan tekrar bir baygınlık
geçirip, sızdım.

Yüzüme değen tekmenin acısıyla yeniden açtım gözlerimi,
Muhtar çıldırmış bir halde “Oruspu, kahpe,” diyerek
savuruyordu tekmelerini bedenime. Darbeler iyice sarstı,
karnıma gelen tekmeler soluksuz bıraktı beni. Sonra elimden
tuttu, yerlerde sürükleyip kapının önüne attı. Bir erkeğin
orospuluğu yine bir kadına mal edilmişti. Kadında mağduriyet
yoktu o yıllar, bütün yasalar erkekler lehineydi. Ne bir
muhakeme ne bir yargı. Dildeki tek kelime istekli ya da isteksiz
“orospu.”

Bir hafta ağrılarımla sürünerek gezdim bahçelerde,
bağlarda. Ot ile ağaç kovuğu ile beslenmeye çalıştım.
Yediklerimi de ardın sıra kusuyordum. Eziklerim iyileşmeye yüz
tutmuştu, yüzümdeki yaralar kabuk bağlamış, acısının yerine
tatlı kaşıntılar ile huysuzlandırıyordu beni. Babamın evine
dönmeyi birçok kez düşünmüştüm ama bir türlü
affedemiyordum onu. Ne kadar zaman geçti bu şekilde
bilmiyorum ancak Yaşar beni buldu. Tekrardan üzerime atılıp,
yumruklamaya başladı. Kapanan yaralarım yeniden açılmaya
başladı. Yüzüm yine kanlar içerisinde kaldı. Sonra sürükleyerek
atın üzerine bindirip beni iki günlük yola düştük. Bir müddet
bilmediğim birkaç yerde konakladık. Herkesle ahbap olduğu
kesindi. Herkes tebessümle karşılıyor evine buyur ediyordu.
Yaşar ise yorgun olduğunu rahatsızlık vermek istemediğini
söyleyip, yeni cümle kurmalarına izin vermeden uzaklaşıyordu
yanlarından.

Yaşar’ın istediği bir şekilde beni İstanbul’a götürmekti.
Jandarmalar ise buna bir türlü izin vermiyor, girdiğimiz yollarda

gördüğümüz zaman yolu değiştiriyorduk. Ne tarafa sapsa
kalabalık bir alan görse yönünü başka tarafa çevirip, oradan
uzaklaşıyordu. Bir mağaraya sığındık en sonunda. İkimizde baya
yorgun düşmüş, açlıktan ve susuzluktan adım atacak halimiz
kalmamıştı.
- Neresi burası. Beni nereye götürüyorsun.
- İnönü Mağarası burası. Ankara.

Kaçmak sürekli aklımın bir kenarından geçiyordu. Cesaret
edemiyor ve her fırsatta yorgun bedenimle yüz yüze
geliyordum. Bulunduğumuz yer akşam karanlığının çökmesiyle
iyice karanlığa gömülmüştü. Öteden gelen hayvan sesleri iyice
karamsarlığa sokuyordu beni. Sırtımı dayayıp mağara duvarının
kenarına, oturdum. Açlığın verdiği uyku yoksunluğu ile
gözlerim iyice kapanmaya başlamıştı. Sanırım dört saat kadar
uyumuştum. Etraf iyice sessizleşmiş ve karanlık daha da fazla
çökmüştü. Elimin altında kaya parçalarını aramaya başladım.
Avucuma zor sığdırabileceğim bir kaya parçası parmaklarımın
altında durduğunu fark edince, usulca elimle kavramaya çalışıp,
kucağıma doğru çektim. İki elimle taşa sıkıca sarılıp, göz ucuyla
Yaşar’ı izliyordum. Sırtı bana dönük, soluna doğru kıvrılmış
uyuyordu. Ayaklarımı topladım, dizlerimin üzerine kalkıp, sert
zemine değen dizlerimin acısını dişlerimde hissederek dizlerimi
hareket ettirip Yaşar’a yaklaşmaya başladım. Yedi sekiz adımda
bir kol mesafesi kalana kadar yaklaştım. İki elimi de kullanarak
taşı kafamın üzerine kadar kaldırdım ve bir hışımla Yaşar’ın
kafasına doğru indirdim. Önce taştan tok bir ses, ardından
Yaşar’dan bir bağırtı koptu. Hemen geriye doğru çekildim.
“Orospu omuzumu çıkardın,” diye ayaklandı. Bir eliyle

omuzunu tutuyor, diğeriyle belindeki kayışı çıkarmaya
çalışıyordu. Çok çekmeden kayışı söküp aldı belinden. Eline
dolayıp üzerime atıldı. Kayışın metal kısmı havaya kalktı ve o
karanlıkta sanki bir ışık şöleni gibi parlayan metal kısım hızla
bana doğru yaklaşmaya başladı. Kafamı korumaya çalıştıysam
da ilk darbeyi kafamdan aldım. Yüksek bir tok ses ile kafamda
paralandı kayışın metali. Yere yığıldım. Hemen bacaklarımı
karnıma doğru çekip, ellerimle kafamı korumak istedim. Ancak
kayışın vızıltısı dinmiyordu. Sürekli bir hareketle kafama,
sırtıma, belime iniyor, her darbede çığlığım karanlıkta yitip
gidiyordu. Çok çekmeden acıdan bayıldım.

Sabah kuş cıvıltılarıyla uyandım. Üstüne bir de yeşermiş
çiçeklerin enfes kokusu esiyordu mağara eşiğinden içeri doğru.
Umut mu? Onu söndürdüler. “Güzelliğine dua et, yoksa bir
daha gözlerini açamazdın,” diye içeriden Yaşar’ın sesi geldi.
Hemen ayaklanmaya yeltendim. Ellerim ve ayaklarım
bağlanmıştı. Hareket dahi edemedim. Yanıma yaklaşıp ellerimi
çözdü, önüme yiyecek bir şeyler koyup, az ileride karşımda
kendini yere bıraktı. Güzellik? Demek ki yaşamama sebep olan
güzellikti. Peki ya bu başıma gelenlerin sebebi neydi? Oda mı
güzellikti. Çok sonraları bir yazarın kitabında güzellikle alakalı
bir paragraf okumuştum. O zaman idrak ettim güzelliğin
insanlara vereceği zararları. Azra Kohen’di bu yazar. Güzellik
tanımı ise: “Güzellik. Karakteri önemsizleştiren zehirli bir
etkiydi. İzleyene ilham, yokluğunu çekene acı, avcısına amaç,
aşığına neden, öfkeye güçsüzlük, yağmacıya hedef, sahibine
başta kolaylık sonda lanet veren şeydir.” Benim başıma
gelenler ise bu tanıma çok iyi bir şekilde uyuyordu.

- Birazdan buradan çıkıp, Ankara’ya gideceğiz. Sanırım
akşama kadar Ankara’da oluruz. Kaldığım evde iki
arkadaşım daha var. Biraz orada kalır daha sonra
İstanbul’a doğru hareket ederiz. Geri dönecek bir yerin
yok. Eğer ki ters bir şey yaparsan, biliyorsun ki canın
yanacak. Artık cebelleşmeyi bırak ve kendine zarar
verdirmeden başımızı sokacağımız bir yer bulalım. Eğer
beni anladıysan kafanı salla. Yok, anlamadıysan bak
kayış hemen yanı başında. İstersen baştan alalım her
şeyi.

Ses etmeden başımla onayladım. Daha sonra çıktık
mağaradan ve Ankara istikametine doğru yol almaya başladık.
Dediği gibi de oldu. Güneş batmadan Ankara’ya varmıştık.
Büyük binaların gölgesinde sapa sokaklardan geçerek şehrin
diğer köşesinde bulunan bir mahalleye girdik. Çocuklar kirli
üstleri ve dağınık saçlarıyla tozlu sokaklarda koşturuyor,
bağırarak oyunlar oynuyorlardı. Bizi görenler uzunca bakıyor,
yüzümüz onlara dönünce kaldıkları yerden devam ediyorlardı
uğraşlarına. Dört katlı bir binanın bahçesinden girip, giriş
kapısına yöneldik. Cebinden anahtarı çıkarıp açtı kapıyı.
Üçüncü kat dedi. İlk defa zeminden yüksek bir eve giriyordum.
Şaşkınla etrafı gözlüyor, tanımaya çalışıyordum. Evin içerisi
dağınıktı. Dergiler, kitaplar, bilmediğim boş şişelerle doluydu
her taraf. Basık bir duman kokusu içeriye hâkimdi. Salonu geçip
odanın kapısını açınca iki kişinin içeride uyuduğunu gördüm.
Anlaşılan sesten rahatsız olmamışlar uykularına devam
ediyorlardı. Yaşar beni bir odaya götürdü ve burada

dinlenebileceğimi söyledi. Odanın içerisi beyaz badanası yer
yer rutubetten atmış, bazı yerlerinde badana kalıntıları tümsek
oluşturmuş, kasvet dolu bir odaydı. İçeri de eşya adına hiçbir
şey yoktu neredeyse, yerde bir yatak, hemen az ilerisinde ise
iki kişinin zor oturabileceği ahşaptan yapılmış iskemle tarzı bir
oturak. Penceresi arka bahçeye açılıyor, ancak pencereyi de
arkadaki başka bir bina kapatıyordu. Tek bir perdesi vardı.
Koyu, siyah bir perde. Kapalıyken odanın loşluğunu iliğinize
kadar hissettirecek bir koyulukta. Ekşimsi koku ise sürekli
burnumu tıkıyordu. Yatağın köşesine ilişip oturdum.

Bir zaman sonra içeriden sesleri gelmeye başlamıştı.
Yaşar’ın arkadaşları uyanmış, Yaşar ise başından geçenleri
anlatıyordu. Beni Muhtar babamdan bir küçük verimsiz bahçe
ve iki tavuk vererek almış. Bunu duyduğumda babama olan
kinim daha da arttı. Nasıl olurda kendi kızına bunu reva
görebilirdi? Ya annem neden hiç sesini çıkarmamıştı? Gerçi
annemde babamdan on sekiz yaş küçüktü. Acaba annemin de
benim gibi bir hikâyesi var mıydı? Tekrardan konuşmaya
başladı Yaşar. Hakkımda düşünceleri varmış, biran önce parayı
bulmalı ve façayı düzeltmeliymiş, diye devam etti. Bu
söylediklerinden pek bir şey anladım. Sonra bir arkadaşı “Ulan
Gavat Yaşar hep de gider en iyisini avlarsın! Bari bize de bir
şeyler düşer mi bundan, sen ondan haber et hele?” Ankara
dışında Talebe Yaşar, Öğrenci Yaşar Ankara’da ise Gavat Yaşar!
Kaldığı yerden devam etti Yaşar. “İstanbul’a götürüp Terzi
Manukyan’a güzel bir bedel karşılığında bırakabilirim. Çok riskli
bir yolculuk ama değer. Önce kızı bir tavına getirmek gerek.”
Anlamadığım isimler ve kesik kesik gelen sesi duymakta çok
zorlanıyordum. Kapıya yanaşıp kulağımı iyice dayadım.

Konuşma bitmişti. Sonra odaya doğru yaklaşan sesleri duyunca
hemen kendimi yatağa ulaştırıp, oturdum. Kapı açıldı.

- Aç mısın? İstediğin bir şey var mı?
- Yıkanmak istiyorum.
- Banyo hemen karşıdaki kapı. Orada yıkanabilirsin.
- Hayır, siz içerdeyken yapamam.
- Korkma ben yanındayım.
- Hayır yapamam.
- Peki. Biz birazdan dışarı çıkacağız. Yiyecek ve giyecek
bir şeyler getireceğim. O arada sende girip
yıkanabilirsin. Sakın camlara çıkayım ya da başka bir
şey yapayım deme. Bir arkadaşım evin etrafında
kalacak ve kapıyı üzerine kilitleyeceğim. Banyo
kapısının arkasında da anahtar var. Sende oradan
kilitleyebilirsin.
- Tamam.
- İstediğin bir şey yok değil mi? Eminsin.
- Yok.
- Tamam. Ben kararınca bir şeyler almaya çalışırım.

Kaynar suyun altında iki saat kaldım. Defalarca tenimi
kazırcasına yıkandım ama temizlenemedim. Bedenimin kiri
akıyordu ama ruhumdaki kir bir türlü suya karışıp
dağılmıyordu. Beton zemine oturdum, hıçkırarak ağlamaya
başladım. Daha on altı yaşımdaydım ve bunlar bana çok ama
çok fazlaydı. Evimi, kardeşlerimi özlemiştim. Sanırım babamı
dahi özlemiştim. Gözyaşlarım banyodaki ıslaklığa karışarak,
zemindeki delikten akıp gidiyordu. Birden kapı açıldı. Hemen

ayaklandım. Banyo kapısına yönelen sese kulak kesildim,
korkuyordum. Yaşar kapıdan seslendi “ben geldim, birkaç eşya
ve kıyafet aldım sana. Kapının yanına koyuyorum. Benim biraz
işlerim var. Akşam olmadan gelirim.” dedi ve açık kapıdan çıktı
gitti. Biraz içeride bekledikten sonra hemen kapıya koştum.
Açmaya çalıştım, kilitliydi. Açılmadı. Odadaki camları gezdim.
Aşağı inmek için çok yüksekteydi. Sonra Yaşar’ın getirdiklerine
baktım. Temiz kıyafetlerdi. Odaya götürüp yatağın üzerine
saçtım. Giyindikten sonra yatağa girip, üzerimi örtüyle
kapattım. Saatlerce uyudum.

Gözlerimi uykudan aldığımda vakit öğleni bir saat
geçiyordu. Çekilen acıların yorgunluğu öyle bir hal almıştı ki
bende uykudan o derece kaçıramamıştım gözlerimi. Odadan
çıktığımda evde kimseler yoktu. Mutfakta yiyecekler
hazırlanmış, öyle bırakılmıştı. Hızlı bir şekilde acıkan karnımı
doğurdum. Evin içerisinde dolaşıp, sağı solu karıştırdım, bir
şeyler bulup kendimi buradan kurtarmam gerektiğini
biliyordum. Dışarıdan gelen çocuk sesleri dikkatimi çekti,
hemen pencereye yanaştım. Amaçsızca bir aşağı bir yukarı
koşuyorlardı. Tebessüm hiç düşmüyordu yüzlerinden,
düşmesindi zaten. Baktıkça kalbimi hissediyor, içimdeki çocuk
biraz daha coşkulanıyordu. Bende koşmak istedim rüzgârı
ardıma alarak, küçükken kardeşlerimle az mı oynardık sofada,
bahçede. Kapı kilidi döndü. Hemen uzaklaştım camdan. Tam
odaya geçmeye çalışırken Yaşar girdi kapıdan içeri.

- Oooo! Uyanmışsın.
- Evet, öğlene doğru uyandım.

- İyi dinlendiğine sevindim. Yüzündeki yaralarda gitti
sayılır.
- Biraz daha iyiyim.
- Bu gece çok daha iyi olacaksın, sana bir sürprizim var.
Biriyle tanıştıracağım seni.
- Tamam.

Mutfağa geçip, akşam için bir şeyler hazırlamaya koyuldu
Yaşar. Ben ise camın kenarında seyrediyordum sokağı. Ara sıra
bana sesleniyor, her şeyin iyi olacağını, köy yerinde
yaşamaktan daha mesut bir hayatın beni beklediğinden
bahsediyordu. Yine anlayamayacağım cümleler kuruyordu.
Bense hiç oralı olmuyor, sadece zamanın biran önce bitip
yitmesini istiyordum. Hava kararmaya başlamıştı. Yaşar
mutfaktan çıkıp yanıma geldi. “Bana güven,” deyip anlımdan
öptü ve odaya girdi. Banyoya koşup hemen anlımı yıkadım,
havluyla kazırcasına tenimi kuruladım. Hemen koşup kapıyı
yokladım tekrardan, kilitliydi. Yeniden döndüm içeriye. Uzunca
bir süre geçmeden kapı üç kere tıklandı. Yaşar hemen koşup
kapıyı açtı. İçeriye irice bir adam girdi. Yaşar ile tokalaştılar,
içeri buyur etti. Büyük odaya geçip, sohbete başladılar. Odaya
hâkim olan tekli koltuğa oturmuş, Yaşar’ı tam karşısına almıştı.
Kumaş lacivert takım elbisesi vardı üzerinde. Beyaz gömleği iri
vücudunu gösterircesine ceketinin düğmelerini zorluyordu.
Rahatsız oldu ve ceketinin ön düşmelerini açıp, iyice yerleşti
koltuğa. Seslendi Yaşar’a “kız nerde, gelsin.”

- Zöhre.
- Zöhre mi?

- Hayır, Necip Bey şaşırdım kusura bakmayın ismi Alev.
- Merhaba Alev, ben Necip.
- Merhaba ağabey. Hoş geldiniz.
- Yaşar ne diyor Alev Hanım.
- Az müsaade edin Necip Bey, hemen geliyoruz.

Yaşar beni kolumdan sıkıca tutarak diğer odaya götürdü.
Bir sürü dil döktü ve büyük para kazanacağımızı, durumu idare
etmemi, ayrıca ağabey dememe mi, isminin Necip olduğunu,
söylerken Bey sıfatını kullanmamı, Ankara’nın sayılı büyük
fabrikalarının varisi olduğunu anlattı. Adam sadece seninle bir
akşam yemeği yemek istiyor. Lütfen saygıda kusur etme ve
Necip Bey’e eşlik et. Daha sonra yeni aldığı elbiselerden birkaç
tanesini önüme attı. Giy bunlardan birini ve hemen yanımıza
gel.

Hangisini denediysem bir tarafım açık, çıplak kalıyordu.
Utandım, çıkamadım karşılarına. Yeniden Yaşar geldi, “hadi ne
bekliyorsun, daha ne kadar bekleyeceğiz seni, bak hala
giyinmemişsin.” deyip üzerimdekilerini çıkarmaya başladı.
Eline aldığı bir tane elbiseyi baştan salma giydirdi. Kolumdan
tutup sürüklercesine diğer odaya götürdü. Bizi görünce Necip
ayağı kaldı.

- Vay beklediğimden de harikaymış. Çok güzelsiniz Alev
Hanım.
- Sağol, Necip A... - kolumu sıkan Yaşar’ın verdiği acıyla – Bey.
- Necip Bey ben çıkıyorum yarın sabah görüşürüz.

- Tamam Yaşarcım. İyi akşamlar sana.
- Buyurun Alev Hanım masaya geçelim. Bana eşlik
etmeniz inanın beni çok mutlu edecektir.

Yaşar’ın donattığı masaya geçtik. Necip gözlerini
üzerimden ayırmadan yiyeceklerin tadına bakıyor, ardından
içkisinden bir yudum alıp, yeniden beni izlemeye koyuluyordu.
Bir insanın başka bir insanla yemek yemesine para ödeyeceği
aklımın ucundan dahi geçmezdi. Bulunduğum konum ise bunu
ispatlar nitelikteydi. Hemen yemeğin bitmesini ve odama geçip
uyumayı düşlüyordum. Lakin böyle anlar saatler inat edip
ilerlemiyordu. Necip anlamadığım dilde bir dünya söz
tüketiyor, gözleri ile sürekli beni rahatsız etmekten
çekinmeden bakıyordu. Masadan kalktı cama doğru yürüdü,
gideceği için mutluydum artık. Gitmesini de çok istiyordum.
Sonra masaya döndü, kendi yerine geçmeden yanıma gelip,
çeneme elini uzattı. Refleks olarak kafamı çevirdimse de
çenemde yakaladı. Yüzüme baktı. “Çok güzelsin Alev,
söylenenden çok daha güzelsin, senin için verdiğim otuz bin
lirayı hak ediyorsun,” deyip, elimden tutup ayağı kaldırdı beni.

- Hadi odaya geçelim Alev.
- Ne odası Necip A... Bey.
- Ne demek ne odası, senin bir geceliğine ben otuz bin
lira para verdim.
- Nasıl?
- Bu gece benimle ilişkiye girip, bana eşlik edeceksin.
Yaşar ile böyle anlaşıp, görüştük. Şimdi daha fazla
koparmak için naza çekme ve geç şu odaya.

- Lütfen çıkın gidin buradan.
- Geç dedim sana.

Son cümlesinden sonra yüzüme indirdiği tokat duvara
kadar savurdu beni. Bey diye ahkâm kesen adam içerisinde
biriken acizliğin kurbanı olup, kendinden güçsüzü ezecek kadar
merhametsizdi. Kaçmaya yeltendim, yakaladı beni ve ardından
yeniden vurdu suratıma. Kanın dudaklarıma aktığını, hatta
dudağımın patladığını hissedebiliyordum. Kolumdan tutup
sürükleyerek yatağa kadar götürdü. Fırlattı bütün gücüyle
yatağa, ardından kendi de geldi. Üzerimdeki elbiseyi yırtmaya,
diğer yandan kendi üzerindekileri çıkarmaya çalışıyordu.
Kapattım gözlerimi; “Güzellik, her yerde, her şeyde satılıktı!”
bunu yazar demişti bir kitabında, haklıydı da. Şuan yaşım
yetmişi aştı ve ben on altı yaşımda umudumu bıraktım sayısız
adamın altında.

Bu da başka bir hayata başlangıçtı. Daha kaç başlangıca
gebe kalacaktı bedenim. Daha neler sığdırabilirdim on altı
yaşıma. Henüz beden dahi evrimini tam tamamlamamışken,
reva değildi elbet bu yaşananlar. Lakin bu benim hayatımdı ve
hepsi birer başlangıçtı bana. Böyle düşünürken kendi başıma,
sessiz. Güneş yavaşça doğdu siyah perdeli pencerenin
ardından. Oda aydınlandı. Yüzüm pencereye dönüp,
yaşadıklarımı sindirmeye çalışıyordum. Bedenimi okşayan,
saçımı sıvazlayan yüzüme değen gözyaşlarımdan başka hiçbir
şeye sahip değildim. Sonra Necip uyandı. Hemen üzerini giyip,
yanıma sokuldu. Yanağımdan öpüp “Harikaydı Hayatım!” dedi.
Evet, evet bu daha başlangıçtı.

On yıl tahammül ettim bu duruma. Birçok kaçma girişimim
oldu, başarısızlıkla sonuçlanan. Lakin artık eski saf Alev yoktu.
Güzelliğini kullanabilen, gerektiğinde erkeğe her şeyi
yaptırabilecek bir güçte Alev vardı karşılarında. Yaşar’da bunu
çok iyi anladı. Bu sebeple artık görüşmeleri eskisi kadar sık
tutmuyor, önemli sayılmayacak kişileri taşımıyordu eve. Birde
kumara alışmış, çok içe batmıştı. Bir gün Yıldız Gazinosu sahibi
Vural Bey, Yaşar’a yüklü bir miktar para teklif etmiş ve beni
gazinosunda çalıştırmak arzusunda olduğunu söylemiş. Yaşar
bu paranın sesini duyarda kabul etmez mi? Yirmi altı yaşımda
Yıldız Gazinosu sahibine bir milyon üç yüz elli bin lira
karşılığında satıldım. Vural Bey diğerleri gibi değildi. Sadece
“Seviyorum seni be kız,” der işine gücüne bakardı. Gazinoda
konsomatris olarak başladım. Sonra dans eğitimi almam için
çeşitli hocalarla tanıştırdı beni. Ankara gecelerinin aranan
isimlerinden olup çıktım. Orospu Alev oldu sana konsomatris
Alev, oda oldu dansöz Alev şimdi ise Alev Hanım. İnsan nasılda
çelişir kendiyle. Nasıl yanılır. Hepsini yaşadım. Bu da ayrı bir
başlangıçtı. Artık canım sıkıldıkça konsomatrislik geri kalan
zamanlarda dansözlük yapıyordum. İnsanların türlü türlü hayat
hikâyeleri beni onlara daha da yaklaştırıyordu. Keza bağını
bahçesini satıp, bir gecede bütün malvarlığını tüketenlerde
vardı ama hayatın sillesini yemiş kişilerde düşürmüyor değildi
masama.

Gıdıl İsmet diye birisi vardı. Benim sırtımdaki yükün daha
ağırını ona da yüklemişti hayat. Nasıl olduğunu bilmem ama bir
otobüste yan yana seyahatte karşılaşmış, öyle tanışmıştık.

Kendisi Ardahan’dan yola çıkmış, Sivas’ta kararından dönmüş,
Ankara’ya kadar gelmişti. Sonra yeniden İstanbul’a varmak
istemiş ve hayat kaderlerimizi bu yolculukta kesiştirmişti.
Anlattıklarıyla içimi burktu, hazin bir hikâyesi vardı. Lakin ben
anlatmadım ona hikâyemi, söylemedim çektiğim acıları, onun
yükü ona çok ama çok fazlaydı. Ardahan’a dönerken muhakkak
Ankara’ya uğra bir çayımı iç diye ayrıldık. Sağ olsun beş ay sonra
tuttu sözünü. Verdiğim adrese Yıldız Gazinosu’na geldi.
Kapıdakiler dilenci sanmış garibimi sokmamışlar içeriye. Var
olsun görmeden gitmem demiş, oturmuş kaldırımda saatlerce.
Gece yarısına yakın gördüm onu. Zaten kısacık boyundan birde
o kafasındaki kahverengi külahından tanıdım.
- İsmet.
- Can Abla.
- Ablan kurban sana İsmet.
- Gel içeri ısın biraz bak buz kesmiş her yanın.
- Ben oraya girmem abla. Almadılardı beni içeriye,
dilenci sandılar beni.
- Anlamazlar İsmet, anlamazlar.

O sırada Vural Bey gördü bizi. Hemen geldi yanımıza, İsmet
ile tanıştırdım.
- Beklemeyin kapıda hava soğuk, girin içeri gönlünüzce
eğlenin.
- İsmet’in bu taraklarda bezi yok.
- Bendende sana izin Alev. Git dostunla Zöhre’ye yakışır
şekilde ilgilen. Geceniz güzel olsun.
- Sağ ol ağabey.

Vural Bey ne zaman Zöhre dese içimden sadece kendisine
abi demek geçer. Belki de hayatımda bana çıkarsız, hiçbir şey
beklemeden umut veren insanlardan bir tanesiydi. Tuttum
İsmet’in elinden,
- Hadi İsmet, gidip karnımızı doyuralım. Belli ki sende
açıkmışsın.
- Olur Abla.
Beraberce Hayri Hıdıl abinin kapısını çaldık.
- Hıdıl ağabey bize bir masan var mıdır?
- Olmaz mı Zöhre kızım, geç dilediğin masaya otur.
- Sende hoş geldin evladım.
- Hoş bulduk ağabey.
İsmet ile sıcak birer çorba içtik önce, ardından ise Hıdıl
ağabeyin meşhur kömürde Türk kahvesini yudumladık. İsmet
anlattıkça anlattı, İstanbul’da başına gelenleri o sebeple
köyüne dönmek istediğini, içerisindeki karamsarlığını, hayata
küskünlüğünü bir ağızdan dile getirdi.
- Gitme kal yanımda beraber paylaşalım hayatı,
kardeşim ol...
...dedimse de dinletemedim.
- Görmez misin Abla, iş hanından içeri dahi almadılardı.
Bizi ancak köy paklar. Varalım gidelim. Belki bir gün
yine bir masayı paylaşırız.
- Beklerim be İsmet, yine gel olur mu?
Harbi, kendi ufak yüreği büyük dostum, yaşıyorsan hala
eğer ömrün uzun olsun. O gece sabah kadar her bir şeyden

bahsettik, sabah otobüsüne kadar götürdüm. Sarıldı boyuma,
o ağladı hava ağladı, o iç çekti ağaçlar hışırdadı, o gözünü
kapattı güneş ışığını üzerimizden esirgedi. Kafasını kaldırıp,
gözüme değdirdi gözlerini “hakkını helal et abla,” deyip,
ardından koştu otobüse bindi. Helal olsun dostum.

(Gıdıl İsmet’in hikâyesi için
http://1000kitap.com/gonderi/32772898 nolu iletiyi
okumalısın.)

Yıldız Gazinosu’nda on sekizinci yılımda bitmek
üzereyken Baba Ali namından birisi düştü. Her akşam gelir
kendi masasında içer, kimseye eyvallah etmeden kalkar,
giderdi. Birkaç kere gözüm takılsa da pek aldırış etmedim. Vural
ağabey iyice yaşlanmış, artık işi gücü beni üzerime yıkıp, sessiz
sakin bir hayatı seçer olmuştu. Ben ise layığınca yönetmeye
çalışıyor, elimden gelenin en iyisi yapmaya çalışıyordum.
Tesadüfen bir gece Baba Ali ile masalarımız kesişti. 30 Temmuz
1967 yılında Akyazı’da depreme kurban vermiş karısı ve
evladını. Tesadüf o ya, depremde iki kişi yaşamını yitirmiş, ikisi
de Baba Ali’yi bulmuş. Cenazeden sonra duramamış oralarda.
Şehir şehir dolanıp, herkese faydası olmuş, Ali ismi Baba
mahlası ile birleşmiş Baba Ali diye üzerine yıkılmış. En son
Ankara’ya düşmüş yolu.

Hikâyesi bittikten sonra, sen söyle hanım abla dedi
bana. Birde seni dinleyelim. Başımdan geçenleri en başından
beri anlattım, kâh utandı kâh sıkıldı. Sıktı yumruklarını “dile

benden abla,” dedi. “Canının sağlığı Baba Ali,” dedim. “Yok,
abla dile benden,” dedi. “Muhtar ve Yaşar,” dedim. “İki elim
kanda olsa da geleceğim,” dedi. “Bekle beni abla,” dedi. Aldı
ceketini bir hışımla saldı kendini dışarıya. Eyvallah Baba Ali.

Ardından bir darbe atlattık, bir sürü kişi ortalıktan
kayboldu. Süresiz bir müddet gazino kapalı kaldı, çalışanlar
dağıldı. Bende Vural Abi’nin Keskin’deki çiftliğine yerleştim.
Beraber çiçek ekiyor, toprak ile oyalanıyorduk. Geçmişi
unutuyor, umudun yeniden filizlendiğine şahit oluyordum.
Hele kümes hayvanlarının günden güne artması, çiçeklerin
yeniden tomurcuklanıp hayata merhaba demesi, hepsi bende
alışagelmişin dışında bir heyecan bir umut yaşatıyordu. Bu da
ayrı bir başlangıçtı, hayat her hengâmeye karşı devam
ediyordu. Asker yavaşça sokaklardan çekiliyor, yitik kayıp
insanlar yeniden meydanlara çıkıyordu. Darbenin izleri yavaş
yavaş siliniyordu. Umut her yerden güneş gibi hayat veriyordu
hem insana hem tabiata. Hayat güzel bir şeydi. Sanırım yaşım
artık ellilere dayanmıştı. Çiftlikte geçen sekiz sene bana
ömrümde yaşadığım en mesut yıllar olarak gelmişti. Birkaç hobi
edinmiştim bile artık. Kitap okumaya da başlamıştım. Çiftlikte
kâhyalık yapan Osman abinin küçük kızının yardımlarını da
unutmamam gerek. Gece gündüz demedi sabırla öğretti bana
harfleri. Önceleri onunla okurdum, sonra avukat çıktı, bir
doktorla evlenip, İzmir’e yerleşti, artık bir başıma okurum. Ara
sıra gelir yine buralara bir de güzel çocuğu var ki kuş misali,
nasıl uçar, yuvarlanır bu çayırlarda. Sevgi namına ne var ise
koca yaşımda çıkıyor hep karşıma. Umut mu? Filizleniyor hala...

1986 yılında yeniden kurulduk Yıldız Gazinosu’na, yıllar
var ki açmamıştık kapısını. İçerisi tozdan gözükmüyordu. Her
yanında bir anı bir düş doluydu. Vural Abi yüzüme baktı “ne
dersin, yeniden deneyelim mi?” dedi. Bilmem ki anlamınca kaş
eğdim, göz yumdum, dudak büktüm. Çıktık dışarıya, birkaç
mağaza gezip, eski dostlara uğradık. İstanbul’a gelmemiz
planlandı. İki haftalık dost, ahbap ziyaretlerinden sonra
yeniden geldik Ankara’ya. Yıldız Gazinosu’nun kapısı açıktı.
Hemen içeriye daldık. Baştan sona dekore edilmiş, her şey
orijinaline uygun elden geçirilip, parlatılmış. Hemen baktım
Vural Abi’ye yüzüme gülüp, tebessüm etti. Koşup sarıldım
boynuna.

Her yana afişler asıldı, bir sürü el broşürü basılıp, dağıtıldı.
Açılışımıza davet ettik herkesi. Açılış günümüz ve gecemiz
harika geçti. Ankara’nın hatırı sayılır birçok kişisini ağırladık.
Yorgunluktan baygın düşüp, hepimiz gazinonun her bir yanına
dağıldık. Birden içeriye Baba Ali girdi. Siyah saçlarına aklar
düşmüş, yüzündeki çatlaklar daha da belirginleşmiş, paltosunu
ardında sürükleyerek yanıma kadar ulaştı.
- Alev Abla.
- Alev değil Baba Ali.
- Zöhre.
- Zöhre abla, seni gördüğüme sevindim. Maşallah hiç
değişmemişsin.
- Değiştim Baba Ali çok değiştim. Bak ismim bile artık
eskisinden farklı.
- Abla, Muhtar üç sene evvel ölmüş. Yaşar ise Bed Deresi
taraflarında iş tutarmış. Gittim gördüm. Sağdan soldan

kandırılmaya müsait kim varsa ağına düşürüp, burada
ona buna peşkeş çekip, yolunu bulurmuş.
- Onu bana getir Baba Ali.
- Tamam Abla. İki saate kalmaz gelirim onunla beraber.

Baba Ali tıpkı bir önceki gibi hemen kendini dışarı atıp,
gecenin karanlığında kayboldu. Vural Abi gelip, hadi gidelim
diyecek oldu. Birkaç şeyi bahane edip, burada kalacağımı
söyledim. Diretmedi, “yarın görüşürüz, yorma kendini,” deyip
çıktı. Ben ise sabırsızlıkla içeride dolanıyor, Yaşar’ın buraya
gelmesini bekliyordum. İki saat çoktan geçmişti ama Baba
Ali’den bir haber hala yoktu. Güneş doğmaya yüz tutmuş, etraf
iyice alacalanmaya başlıyordu. Bende umudu kesip, üzerime
bir şeyler giyip, çıkmaya hazırlanıyordum. Temizlik yapan
çalışanlara, çıkacağımı ilettim. Sonra basamakları çıkıp, giriş
kapısına yöneldim. Kapı erimiz beni görünce hemen bir taksiye
ses etti. Duraktan ayrıldı taksi, gelip önünde durdu. Kapı eri
aracın kapısını açtı, yerleştim koltuğa, kapı kapandı. Şoföre Bed
Deresi’ne gitmesini söyledim. Vitesi çekip bire, aracı titretti ve
araç yavaşça hareket etmeye başladığı vakit, Baba Ali aracın
önüne atladı. Hemen durdurdum taksiyi, inip Baba Ali’nin
yanına koştum. Yüzüne baktım, arkada abla dermişçesine
kafasıyla yön tayin etti. “Sağ ol Baba Ali, sağ ol.”

Aşağıya indiğimde Yaşar yalnız değildi. Yanında bir de kadın
vardı. Perişan bir halde, gözlerinde yaşlar, süzülerek bakıyordu
yüzüme. Nefes alıyor ama yaşamıyordu sanki. Baba Ali’ye
döndüm.

- Bu kim?
- Sermayesi galiba.
- Götür onu Baba Ali. Üzerine çeki düzen ver. Karnını
doyur. Daha sonra konuşuruz onunla.
- Tamam Abla.
- Ha. Kayışın var mı?
- Kayış?
- Kemer.
- Var abla.
- Onu da bırak Baba Ali.

Kızı da alıp çıktı. Yaşar’ın elleri ve ayakları bağlanmış
şekilde, iskemlede oturuyordu. Umarsız adamlar yaşlanır mı?
Yaşlanmaz elbet. Yaşar’da eski halinden hiçbir şey
kaybetmemiş, aksine daha da bir çalım kazanmıştı. Etrafında
gezindim bir süre, sonra elim kayışa gitti. Bir iki şaklattım
ellerim arasında. Sonra metal kısmı dışarıda kalacak şekilde,
diğer ucundan sardım elime. Bütün gücümle sağ elimi
kaldırdım havaya, elimle beraber kayışta havalandı, vuuuuuuv
diye ses çıkararak ilk darbe kafasında paralandı Yaşar’ın. Baba
Ali işini iyi bilen birisi. Ağzının içine kadar doldurmuş ses
çıkarmasın diye. İkinci darbede kafasına indi. Üçüncü de
kafasına gelince sola doğru devrildi vücudu. Sızıntı şeklinde
başından aşağıya kan süzülmeye başladı. Ardında bir darbe
daha indirdim sırtına. Tutamdım kendimi bir tane de ayağımın
ucuyla indirdim göğüs kısmına, vurdukça vurdum. İmansız bir
ah demedi. Demedikçe ben vurdum. Bir saat falan geçmişti
aradan, masalar sandalyeler, duvarlar hep kan izleriyle
doluydu. Yerde bariz bir kan gölü belirmişti. İçeriden bıçağı
aldım, sırt üstü yatırıp Yaşar’ı elindeki ipleri çözdüm. Sol

göğsünden girdim bıçakla, yara yara yüreğine ulaştım. Ellerimle
kalbini söküp bedeninden ayırdım. Herkes yürek sahibi olamaz
çünkü herkes taşıyamaz bedeninde kalbi. Saatler var ki
ellerimde kalbiyle öylece seyrettim onu. Ellerimdeki,
yüzümdeki kanlar kurumaya başladı, katılaştı. Sonra Baba Ali
girdi içeriye.
- İyi misin Abla?
- Çok iyiyim Baba Ali, sağ ol.
- Bir isteğin var mı abla?
- Beni eve götür Ali. Kızı da al yanımıza. Yaşar’ı ise buraya
göm. Her tarafı betonla kapla. Kendi bedeniyle çürüsün
eti.
- Tamam abla.

Hiç konuşmadan sadece arabandan dışarıyı seyrederek eve
kadar geldik. Hemen kendimi banyoya attım. Hıçkırıklarımı
tutamadım. Mide bulantısı arkasından kusmayla saatlerim
geçti. Son bir gayretle bedenimi suyla buluşturmayı başarıp,
duşun altına girebildim. Su yakıyordu yine bedenimi ama ben
hissetmiyordum. Ruhum kendine geliyordu ama bedenim her
zamankinden daha pisti ve su bedenimi temizlemiyordu. Altı
saatten fazla kaldım suyun içerisinde, sonra kendimi yatağa
bıraktım. İki gün sonra Ali geldi ve neredeyse kırk sekiz saattir
uyuduğumu söyledi. Bu da bir başlangıçtı. Tıpkı diğerleri gibi.

- Eee, Ali sen nasılsın?
- İyiyim abla. Seni merak ettim. Endişelendim.
- Çok iyiyim ben Ali.

- Abla Ceylan.
- Ceylan?
- Yaşar’ın yanındaki kız.
- Evet, Ali.
- Yeni düşürmüş kızı. Kastamonu’dan getirmiş. Kız evli,
kocası desen bin beter. Üç evladı var, kızın ailesi ölüp
gitmiş. Kimi kimsesi kalmamış hayatta. Birde üzerinden
bir mektup çıktı. Sanırım babası yazmış.
- Bakayım Ali.

“Düşlediğim düşümde dahi dibe daldığım, canım. Seni ele
verdiklerinde –doğduğunda- bizim sarı kız daha ilk yavruya
gebeydi. İki mutluluğu da yaşadık Elhamdülillah. Sen yine
diyeceksin ki; sarı kızın düvesiyle bir mi tutarsın Ceylan’ını,
tutmam elbet. Tutmam da a kızım, sen ne yaptın ya...
Düşürdün hepimizi bir derde, olamadın sen bir Sarı Düve...
Hani şu köy yerinde tutturdun ya balık gelinlik diye, damat
olacak gede giymiş kara çizmeleri, elinde olta, varmış ya ta
tepemize. Çok yaşa! Sayende satıverdik bir gelinliğe üç düve.
Geçen haber salınmışsın Hamid’in topal kızı ile, varmasınlar
artık demişsin evimize, sen iyi ol Ceylan’ım gelmem artık
eşiğine.
Baharınan, kışınan sayarız geçen günleri üçer beşer.
Başımıza tepelerden nice karlar düşer. Unuttuk adını artık,
insan neler çeker. Bir sual edip halimizi, sormadın, ettin bizi
beter. Artık bizimde bu dünya da bu kadar hayat sürmemiz
yeter. Anan öldü.
Biri dedik gelmedin, yedisi oldu dönmedin, belki kırkı
çıkmadan koşar da gelir idin, kaç senesi geçti bir baba

ocağına değmedin. Ne vefasız imişsin be Ceylan’ım, seni bu
yaşa getirenlere bir vefa etmedin. Vururum kafamı şimdi
elbet, akıllan Yitik Rüstem, akıllan.
Duydum üçüncü bebeye gebeymişsin, Allah sağlığını
göstersin. Bize ettiklerini öz balalarından görmeyesin.
Gözlerimde artık kalmadı derman, üç adım ötesini dahi
görebilmem zor, aman. Artık benden külliyen gitti zaman.
Şimdi ölümü beklerim, gelsin biran.
Beden düştü, taşımaz artık keder. Demek hayat burada yiter
ve biter. Yedi gün oldu, cesedim yerde söner. Bir tek Sarı
Düve’m başımda döner...”
- Anadan baban kopmuş bir Ceylan daha, şükür ki
bununkiler ardında durmuş. Lakin kız hayırsız çıkmış.
- Yok, be ablam. İş daha da farklı.
- Kızın babası yalvarmış, yakarmış küçüksün, etme
eyleme diye, dinletememiş sözünü. Dinletemediği
halde bile elinden geleni ardına koymayıp, kızını gelin
etmiş, etmiş amma.
- Amma?
- Evlendiği adam daha ilk geceden zulmetmeğe
başlamış, birde kayınbiraderi de sürekli sıkıştırırmış
kızcağızı. Kocası da tembihlemiş, babangile gidersen
seni öldürürüm. Küçük kız, ses edememiş.
- Başka bir başlangıçta başka bir Zöhre. Sadece isimler
farklı, acılar hep aynı.
- Daha sonrasında kocası bunu başka heriflere peşkeş
çekmeye başlamış, şükür başarılı olamamış ama
dayanacak gücüde kalmamış. Ondan sonra Yaşar
bulmuş kızı, nasıl kandırdı etti bilemeyiz.

- Peki çocukları.
- Yaşar kızı aldığında üç çocuğu da beraberinde getirmiş.
Bir eve kapatmış üç ay. Çocuklar iyice halden düşüp
zayıfladığında, kadının sesi çıkmış evlatları için.
Yaşar’da kadını susturmaya çalışmış, gücü yetmemiş.
Sonra üç yavrunun da anasının gözleri önünde canına
kıymış. Evlatlarının ölüleriyle iki hafta kilitli kalmış bir
oda içerisinde. Koku iyice yayılmaya başladığında Yaşar
kızı alıp, Ankara getirmiş. Birkaç kez kızı ipten almış,
sanırım çokta yaşamaz. Asar kendini.
- Şimdi nerde kız?
- Müştemilatta.
- Alllllllllllllllllliiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii koşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşş...

Çalmak: Üzüm Reçeli
Badal: Merdiven (Basamak)
Sıracalı: Pasaklı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder