Daha güneş bile uyanmamışken asker pantollu adamlar doluştular
sabahlara, botları rap rap rap... Kuşlar cıvıltılarını bıraktı, gitti.
Bize yine soğuk çelik, süngü ve mitralyöz sesleri... Selamla anneni,
babanı selamla; asker botları rap rap rap...
Savaş hangi
nesnenin, maddenin ve canlının felaketi değildir ki! Hele ki insanda
olursa yıkım hem fiziki hem de ruhani bir çöküşün mimarıdır.
İnsanları
ancak “ölümle” yaklaştırır, “savaşla” ayrıştırır, “açlık” ile sınar ve
“vebayla” yok edersiniz. Bu dört kelime ise bize Mahşerin Dört Atlısı’nı
verir. Aslında bu bir kefaret meselesidir, bir ödeşme türüdür.
Birbirlerinin kuyusunu kazmak için fırsat bekleyen Avrupa ülkelerinin;
bilenmiş kılıçlarını çektiği, ordu/asker olarak hazır olduğu bir
zamanda, sebep aradıkları yerde kendini bilmez bir “Sırp Nişançı’nın”
Avusturya Arşidükü Franz Ferdinant’ı vurmasıyla herkese bir savaş sebebi
sunar. Bu sunuş ise I. Dünya Savaşı için ekilen tohumları filizlendirir
ve birçok Avrupa ülkesinin katılımıyla savaş başlar. Herkes bu suikastı
sebep gösterse de asıl hedefin yüzyılın buluşu “Neft” yani petrol için
olduğunu bilir.
“İnsan nerede rahat yaşarsa, nerede anlamadığı şeyler yüzünden öldürülme tehlikesi yoksa gerçek vatanı orasıdır.” (Alıntı)
İspanyol
yazarımız ise 1914 yılını ve savaş zamanlarını anlatmaya başlar.
Kendisi zaten bir gazeteci ve romancı olduğundan ise bu süreci bir haber
havasında, olayların içerisinde ve gayet muazzam bir şekilde insan
psikolojilerini çözümleyerek okuruna sunar. Ben şahsen yazarın Fransız
yanlısı olduğuna eminim ve taraflı bir anlatımı olmuş. Sürekli bir
Fransız mağduriyetinden ve Alman zulmünden bahsetmiştir. Ancak kitabında
dediği gibi "Savaş nasıl biterse bitsin, kötü bitmiş olacaktır,"
sözünün hakkını bence verememiştir.
Geçmişi irdeleyen bir kitap
mıdır? Bunu bilmiyorum. Ancak dönemin endüstriyel rekabeti, ben daha çok
sömüreceğim kafası ve geçmişten gelen kinlerin patlak vermesi; hiçbir
ülkeyi mağdur etmemelidir. Elbet gücünü tekrar topladığında ki; bakınız
bir asır önce “Waterloo” ve yine bakınız I. Dünya Savaşı’ndan 40 yıl
sonra “Boston” kıyımlarına… Asla uslanmak yok.
Sosyal yaşamın çok
iyi bir şekilde sentezlendiği, betimlemelerin yerinde ve muazzam bir
şekilde okurunu içine aldığı bir eserdir. Beni en çok cezbeden kısmı ise
insan psikolojisi üzerine olan tanılardı. Hele ki nesiller arasındaki
yaşam farklılıkları ve bu farklılığın getirdiği iletişim bozukluğunu
günümüzde de görmek ne tuhaf bir durum. Ancak yaşam bir önceki neslin
istediği türden ise nasıl hayata bakışın güllük gülistanlık olduğunu
yazar en güzel dille bize sunmaktadır. Ve sınıf farkı ne olursa olsun,
bir savaş sonrası zengininde fakirinde düşeceği tek yer topraktır.
“...barış
içinde yaşıyorsak, bolluk olduğundandır, herkese bir pay düşüyor...
Lokma insandan daha az olsa seyreyle gümbürtüyü!” (Alıntı)
Bazı
kısımlarda ağır eleştiri alan sanat ve bilim yazarın ağzında ağır
eleştiriler almıştır. Özellikle bilim adamları ve ülkelerin başını çeken
büro elemanlarına verip veriştirmektedir. Her ne kadar yazar
karakterlere “Savaş… Savaştır!..” dedirtse de asla savaş “çözüm
değildir.”
Kitabım İş Bankası Kültür Yayınları 6. Basım, çevirisi
gayet yerinde ve anlaşılabilir. Çok nadir hatalı cümlelerle karşılaşmak
mümkün. Ancak bu durum çeviri hatası mı, dizgi sorunu mu yoksa
İspanyolca’dan çeviriden mi tam emin değilim. Sayfa kalitesi yerinde…
Çevirmen önsözüyle başlayan eser, yazarın iki sayfalık bir deyişinden
sonra üç bölüm olarak sunulmuştur.
Sözün özü; kitap okunulası ve
tavsiye edilesi. O savaşları yapanların bir bahanesi vardı. Siz bugün
savaşmayın diye biz o zaman savaştık dediler. Bizde gönülden inandık.
Ancak inandığımız bir değer daha var ki; Hiçbir savaş asla çözüm
değildir.
Son sözü ise Wolfgang Borchert alalım...
Sen
makine başındaki, sen atölyedeki adam: Sana yarın su boruları ve
tencere üretmeyi bırakıp çelik miğferler ve makineli tüfekler üretmeni
emrederlerse, yapacağın tek şey var:
HAYIR demek!
Sen tezgâh
başındaki, sen bürodaki kız! Yarın sana mermilerin içine barut
doldurmanı ve keskin nişancıların tüfekleri için dürbünler üretmeni
emrederlerse, yapacağın tek şey var:
HAYIR demek!
Sen fabrika sahibi! Yarın sana pudra ve kakao yerine barut üretmeni emrederlerse, yapacağın tek şey var:
HAYIR demek!
Sen laboratuvardaki araştırmacı! Yarın sana eski yaşama karşı yeni bir ölüm bulmanı emrederlerse, yapacağın tek şey var:
HAYIR demek!
Sen odandaki şair! Yarın sana aşk şiirleri değil de nefret ve kin şiirleri yazmanı emrederlerse, yapacağın tek şey var:
HAYIR demek!
Sen
hasta yatağının başındaki doktor! Yarın sana hasta kişilerin
raporlarına “savaşabilir” diye yazmanı emrederlerse, yapacağın tek şey
var:
HAYIR demek!
Sen mihraptaki rahip! Yarın sana cinayetleri takdis etmeni, savaşı kutsamanı emrederlerse, yapacağın tek şey var:
HAYIR demek!
Sen
gemideki kaptan! Yarın sana geminle bundan böyle buğday değil, top ve
zırhlı araçlar taşmanı emrederlerse, yapacağın tek şey var:
HAYIR demek!
Sen hava alanındaki pilot! Yarın sana bir kentten bir kente bomba ve fosfor taşımanı emrederlerse, yapacağın tek şey var:
HAYIR demek!
Sen tezgâh başındaki terzi! Yarın sana bundan böyle yalnızca asker üniformaları dikmen emrederlerse, yapacağın tek şey var:
HAYIR demek!
Sen cüppeli yargıç! Yarın sana bundan böyle “divanıharpte” çalışmanı emrederlerse, yapacağın tek şey var:
HAYIR demek!
Sen
istasyondaki görevli! Yarın sana bundan böyle cephane ve asker taşıyan
trenlerin kalkışı için işaret vermeni emrederlerse, yapacağın tek şey
var:
HAYIR demek!
Sen köydeki, sen kentteki adam! Yarın seni silahaltına almak istediler mi, yapacağın tek şey var:
HAYIR demek!
Sen
Normandiya’daki, sen Ukrayna’daki, sen Frisko’daki, sen Londra’daki,
sen Hoangho’daki ve sen Mississippi’deki, sen Napoli’deki, sen
Hamburg’daki, sen Kahire’deki, sen Oslo’daki anne, siz yeryüzünün dört
bir yanındaki, siz bütün dünyadaki anneler, sizlere yarın askerî
hastanelerde hemşirelik yapacak kızlar ve yeni savaşlar için askerler
doğurmanızı emrederlerse, yapacağınız tek şey var:
HAYIR demek!
Hayır demezseniz sizler, hayır demezseniz siz anneler...
Sevgi ile kalın…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder