Bugün her zamankinden daha farklı, uyanmadım. Dünüm ya da bir önceki
günüm nasılsa o monotonlukla çıktım yataktan. Ne bir eksik bir fazla.
Yer soğuktu, çıplak ayakla daha hissedilir oluyormuş, birde beden yeni
yataktan kendini çıkarınca, bütün vücuda bir titreme, bir kendini soğuğa
alıştırma süreciyle boğuşuyor. Olsun, alışıyoruz sonra her şeye
alıştığımız gibi. Öncesi esrik bir kahvaltı, ötesi ise daha satın
alınamamış bir yevmiyenin sabahı, güneş mi? Daha doğdu diyemem, ama
doğmadı da sayılmazdı.
Koştum pencereye, bir adam, yine yol
boyunca aşağıya doğru seyirterek ilerliyordu, dün gibi. Güne başlamak
isteyen güneşin kızıllığını önüne siper etmiş, gölgesini caddeye sermiş,
kafası omuzları arasında elleri cebinde solundaki sokağa girip,
kayboldu. Her sabah aynı sahneyle karşılaşmak hayatımın monoton
gidişatını güçlendirmekten öteye geçmiyordu. Ya da ben değişim için
kendi başıma yenilikler çıkaracak kadar cesaretli değildim. Öyle kaç
dakika daha pencere önünde kaldım bilmiyorum ama kendime geldiğimde
dışarısı gözükmüyordu. Bir cam kaç nefesle saydamlığını yitirirdi ki?
Cama son bir hoh daha yaparak ayrıldım pencereden.
Geceden kalan
ev soğukluğu güneşin yardımıyla ılımaya başlıyor ve eşyalar genleşerek
çıtırdayıp ben koşuşturdukça dört taraftan günaydınlarını savuruyordu.
En çok yerdeki parkeden gelen sesi seviyordum. Onun tınısı sanki bütün
ezilmişlerin, ezik kalmışların sitemi gibiydi. Hepsi güne başlarken oh
diyor, sadece parke ah diye varlığını belli ediyordu. Her eşyada
mukavemet vardır, sahibine ses verir. Dönüp son kez arkamda kalan
kalabalığa bakarak “görüşürüz,” deyip kendimi sokağa attım.
Sokakta
her zamanki gibi yine yalnız değildim. Ben, karamsarlığım,
cesaretsizliğim ve korkaklığım içerimizden bağırarak konuşuyor ama
kimseyi rahatsız etmeden yürümeye devam ediyorduk. Karamsarlığım birden
bana “demek bu sabah umudun var,” diye bir cümle uzattı. Bunu duyan
korkaklığım hemen ardıma sindi ve gözleriyle cesaretsizliğimi işaret
etti. “Bu da ne demek,” demeye kalmadan karamsarlığım “ilk defa geleceğe
yönelik bir kelime söyledin,” dedi ve “umudun var!” diye ekledi
ardından. Haksızda sayılmazdı telkinlerinde “görüşmeyi” dilemek yaşamaya
dair bir beklenti, umut etmektir. Umudun kökeninde inanç vardır ve
insan inançsız değil yaşamak yürümeye bile dayanamaz. İnancın kökenine
de güven koyarsak eğer umut etmek güven duymaktır diye diye düşürken
buldum kendimi. Cesaretsizliğimin varlığı sebebiyle tabiki de
düşüncelerimi kendime sakladım. Çünkü artık “sosyal iletişim bozukluğum
-scd-“ ile beşlemiştik yürüyüşümüzü.
Aklımda çok güzel
düşünceleri düşlüyor ama bir türlü bunu ne kendime ne de karşımdaki
birine sesli olarak dökemiyor ve dökmeye kalksam bile ilk kelimelerde
tıkanıp kalıyordum. Çevremdekiler bunu iletişim bozukluğu yani
psikolojik rahatsızlık olarak tanımladılar. Ancak ben düşüncelerimi
eşyalara, dağa-taşa, denize-gökyüzüne çok rahat dökebiliyordum. Bu durum
ise bence o varlıkların benim hakkımda düşünceleri ya da yargıları
olmamalarından kaynaklanıyordu. İnsan ile ne kadar huzursuzsam, bir akıl
taşımayan diğer bütün varlıklarla o kadar huzurluydum. Doğa gereği
yaşamaya meyilli olan insan kendi içerisinde, bilinçaltında istemese de
umut etmek zorundaydı. Umudu baltalayan ise başka insanların senin
yaşamına müdahale etmeleri, senin hakkında ön yargıları olmaları ve
kendilerinden başka fikirlere tahammül etmemelerinden ileri gelmekteydi.
Çağa ayak uydurmak için “eristik” bir kişiliğe bürünmüşler ve
çürütülmüş olsa bile kendi doğrularını en doğru olarak kabul eder,
ettirmeye çalışırlar.
Korkaklığım “evden çok uzaklaştık geri
dönelim,” dedi, cesaretsizliğim bu fikre katıldı ve karamsarlığım öylece
yüzüme baktı, scd ise “ne, ne, ne dedin,” deyip durdu.
Polifonik
bir düşünce dalgasını zor atlattım. Her yandan bir ses, bir uğultu
kemirmeye başladı ruhumu. “Yeter susun artık,” demeyi çok diledim ama
cesaretsizliğimle yeniden gözgöze gelince diyemedim. Kendime yeni bir
yol çizmeli ve umudu kendime arkadaş edinmeliyim. Yoksa görüyorum ki
umutsuz olunca yanı başımdaki arkadaşlarımın da benden bir farkı
kalmıyor. Bir şeyleri değiştirmek için değişmek gerekiyor ve
değiştirmezsen değişemiyorsun. O halde şunu da söylemek gerekir ki umut
insana güç verir, azimle çalıştırır ve yenilik peşinde koşturur. Bu
saydıklarımda beraberinde u-mutluluğu getirir. Benim kesinlikle umudu
arkadaş edinmem gerekmektedir.
Peki umudu arkadaş edip kendimi
u-mutlu ettiğimde bugünü kaçırmış olmaz mıyım? Belki gelecek
beklentilerim ulaşamacağım şeylerse bunlar yeniden beni u-mutsuzluğa
yani başladığım yere geri getirmez mi?
Sokağa yayılan taze simit
kokusu açlığımı hissetmeme neden oldu. Kafamı kaldırıp sokağın
karşısındaki “Lokma Unlu Mamülleri ve Pasta” tabelasını gördüm. Oraya
doğru seyirtmeye başladım. Yolu tam yarılamışken üzerime doğru gelen
kamyondan tok korna sesi, diğer yandan ise sert plastiğin asfalta
sürtünmesiyle çılgına dönen fren sesi beni hipnotize etti ve karanlıkta
ışığı gören tavşan gibi kalakaldım yolun ortasında. Rüzgarıyla bedenimi
yalayan kamyon beni yeniden kaldırıma fırlattı, direksiyon hakimiyetini
yeniden toplayarak durmaya tenezzül etmeden yoluna devam etti. Ortalığı
saran egzozun dumanı dağılırken gördüm ki kamyon sadece kendi yol
almamış, yanında karamsarlığım, korkaklığım ve cesaretsizliğimde onunla
beraber gidivermiş. Bana yalnızca dövüşmem, alt etmem için sosyal
iletişim bozukluğumu bırakmış.
Sonrasında ne mi oldu? Bir
özgüven geldi, her şeyi yeniden yoluna soktu. Ne umuda gerek kaldı ne de
diğer ne idüğü belirsiz şeylere... Şimdi neredesin derseniz eğer tam
umudun bittiği yerde, “yoldayım.”
...
Ellerinize sağlık ama bazı yerlerini tekrar gözden geçirmenizi tavsiye ederim.
YanıtlaSil